Y A Ş A R K A P K A R A
  İslâm Tarihi (Vaaz)
 

İ’LAYI KELİMETULLAH [1] DAVASI CİHAD VE ŞEHADET

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ جَاهِدِ الْكُفَّارَ وَالْمُنَافِقِينَ وَاغْلُظْ عَلَيْهِمْ وَمَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ

“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!”[2]

 Pek Muhterem Müslümanlar!

 Hangimizin daha güzel amel işleyeceğini sınamak için, bizi hayat ve ölümle yeryüzüne gönderen[3] Rabbimize kulluğun en güzelini sunabilmek, bütün kuvvet ve kudretimizle O’nun Yolunun neferleri olabilmek bir Müslüman olarak, en ulvî gayemiz olmalıdır. Otlar ya da başka varlıklar gibi, sıradan bir yaşantı, Müslümanın şiarı olmamalıdır. Öldüğünde, kıyamet gününe kadar kapanmayacak bir Amel Defterine (Döner Sermaye) sahip olmanın, nesilden nesile geçecek salih bir amel işleme derdinde ve cehdinde olmalıdır, Cenneti arzulayan Müslüman.

 Bu sohbetimizde sizlere “Cihad ve Mücahid”, “Şehadet ve Şehid” kavramlarından yola çıkarak, “18 Mart Çanakkale Zaferi”mizi kazanan ruhu anlatmaya çalışacağım.

 Rabbim anlamayı ve yaşamayı hepimize nasip etsin. Amin!

 Kıymetli Müminler!

 Bizim için en güzel örnek olan Efendimiz sav döneminden başlayarak, Ashab-ı Kiram, Ümmetin Büyüklerinden ve Ecdadımızın Hayatlarından örnekler sunmaya çalışacağım.

Amacımız, “Ölürsek Şehit, Kalırsak Gazioluruz.” inancıyla Âleme hükmetmiş, nizam ve intizam vermiş ecdadımızın iman ve ihlâsını, dava ve cihadını, sadakat ve dirayetini tahlil ve tahkik ederek, onların doğruları üzerinden, yanlışa sapmadan, İ’layı Kelimetullah davasının bir eri olabilmektir.

Her bir Mümin, Allah’ın cc Dinine yardım edip, İslam Ordusu’nun bir neferi olmakla izzet bulacağını, aksi durumda ebedi bir zilletin mahkumu olunacağını bilmelidir.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِن تَنصُرُوا اللَّهَ يَنصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ أَقْدَامَكُمْ

“Ey iman edenler! Eğer siz Allah'a (Allah'ın dinine) yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.”[4]

مَن كَانَ يُرِيدُ الْعِزَّةَ فَلِلَّهِ الْعِزَّةُ جَمِيعًا إِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ وَالْعَمَلُ الصَّالِحُ يَرْفَعُهُ وَالَّذِينَ يَمْكُرُونَ السَّيِّئَاتِ لَهُمْ عَذَابٌ شَدِيدٌ وَمَكْرُ أُوْلَئِكَ هُوَ يَبُورُ

“Kim izzet/itibar ve şeref istiyorsa, bilsin ki, izzet/itibar ve şerefin hepsi Allah'ındır. O'na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allah'a amel-i sâlih ulaştırır. Kötülüklerle tuzak kuranlara gelince, onlar için çetin bir azap vardır ve onların tuzağı boşa gider.”[5]

 Allah cc katında izzet ve şeref arayan Ecdadımız, Ameli Salih olan Cihadı asla terk etmemiş, İslam Kardeşliğini ön planda tutarak, Allah’ı Rasülün’ü ve İman Edenleri dostlar edinmişlerdir. Çünkü Müslümanın izzet ve şerefi bu dostluğa bağlıdır. Yoksa Münafıklarayapılan;

الَّذِينَ يَتَّخِذُونَ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاء مِن دُونِ الْمُؤْمِنِينَ أَيَبْتَغُونَ عِندَهُمُ الْعِزَّةَ فَإِنَّ العِزَّةَ لِلّهِ جَمِيعًا

“Mü'minleri bırakıp da kafirleri dost edinen o (münafık)kimseler,  Onların (kafirler) katında izzet/itibar ve şeref mi arıyorlar? Halbuki bütün izzet ve şeref Allah'a aittir.”[6] İlahi ikazına riayet etmeyi, imani bir düstur, var oluş sebebi olarak anlamış, izzet ve şerefin aynı zamanda Küffara ve zalimlere karşı koymayabağlı olduğunu, aksi takdirde;

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوَاْ إِن تُطِيعُواْ فَرِيقًا مِّنَ الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ يَرُدُّوكُم بَعْدَ إِيمَانِكُمْ كَافِرِينَ

“Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilen (Yahudi ve Hristiyan)lerden bir guruba uyarsanız imanınızdan sonra sizi yeniden küfre çevirirler.”[7]Ayeti Celile’sinde gösterilen tehlikenin kendileri için de geçerli olacağını asla göz ardı etmemişlerdir.

 Kıymetli Müminler!

 Hz. Adem’le başlayıp Asrı saadetle kemale eren“İ’layı Kelimetullah Davası”, Tevhid Mücadelesi, Efendimiz sav ve Ashabı Kiram’dan sonra, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılarla dünyaya nizam ve intizam, barış ve huzur getirmiş, insanlığın tamamına nefes aldırmış, mümini kafir’den, mazlumu zalimden, kafiri kafirden korumuştur.[8]

 İspanya’dan/Endülüs’ten Japonya’ya, Senegal’den Endonezya’ya, Çin’den Balkanlar’a, Yemen’den Hindistan’a, Etiyopya’dan Kazakistan’a kadar dünyanın dört bir yanında Tevhidin bayrağını dalgalandıran Ceddimiz, Şeytan ve Taraftarları ile onların işbirlikçi Münafık yandaşlarına nefes aldırmamış, her daim onları mağlup etmiştir.

 İşte bu sebepledir ki; bütün gayretlerine rağmen bu İslâm milleti karşısında muvaffak olamayan Haçlı küffar milletleri taktik değiştirmiş, gayesine sinsi metodlarla ulaşmanın yollarını denemiş, yaklaşık üç yüz yıldır da bu yönde büyük çalışmalar yapmışlar ve maalesef çok büyük mesafeler katetmişlerdir.

 Eğer bizler kendi dinimizin “yaşanması” ve “yayılması” faaliyeti olan “Kardeşlik ve Ümmet”“Tebliğ ve Cihad” bilincimizi terk edersek, bir zaman sonra kendi neslimizin de Dininden uzaklaştığını göreceğiz.[9] Afrikalıların, “Batılılar bize geldiklerinden, onların incili bizimse topraplarımız vardı. Zamanla elimize incili verdiler topraklarımızı aldılar” sözü bu gerçeğin isbatı için yeterde artar bile.

 Kafir ve Münafıkların Müslümanlar Üzerindeki İfsad ve Fitne Faaliyetleri:

 Kıymetli Müminler!

 Ümmeti Muhammed üzerinde oynanan ifsad Faaliyetlerini genel olarak iki başlık altında toplayacak olursak;

 1-      İçe Dönük/Dahili/Yerel İfsad Faaliyetleri:

Yukarıda da zikrettiğimiz ifsad faaliyetleri yerel olarak, Siyasal, Ekonomik, Dini ve Kültür/Medeniyet, Ferdi ve Sosyal alanlarda hızla devam etmektedir. Bunların en etkilisi ırkçılık, Mezhep farklılıkları ve politik ayrıştırma faaliyetlerini (sağcı-solcu, Radikal-muhafazakâr) de hesaba kattığımızda Ümmetin gelecekten beklentisi hiç de iç açıcı görünmemektedir.

 

2-      Dışa Dönük/Harici/Genel İfsad Faaliyetleri:

Buna ilave olarak din anlayışındaki farklılaştırma, “Dinler Arası Dialog”, “Medeniyetler İttifakı”, “Bop”, “Avrupa Birliği”gibi, bu Ümmetidininden, aslından geçmişinden koparma ve bölüp–parçalama faaliyetleri de hızla devam etmektedir.

 Aziz Müminler!

 Bugün bu ifsad faaliyetleri maalesef bazı Müslüman milletlerinde müttefiki bulunduğu, NATO, BM, AB, Çok Uluslu Şirketler, gibi fesad odakları tarafından çok daha etkin ve organize bir şekilde devam ettirilmektedir.[10] Allah ve Rasülünün hükümlerine tabi olup “Ümmet Bilinci” ve “İslam Birliğini” oluşturmadan, “İslam Kardeşliğini” tesis etmeden, şer odaklarının bu ifsad ve fitne faaliyetlerine karşı koyabilmek mümkün değildir.

 Müslümanların dünya malına düşkünlüğü, seküler ve hukuku olmayan bir din anlayışına sapmaları da, bu yıkım projesine ilave edildiğinde, Müslümanların bu gün içine düştükleri yerel ve genel çıkmazların, fitne ve fesadların, aralarındaki savaşların ve kâfir milletler karşısında zelil ve hakir duruma düşmelerinin sebepleri de kendiliğinden ortaya çıkacaktadır.

Kıymetli Müminler!

Konunun daha iyi anlaşılması için yukarıda zikrettiğimiz ifsad faaliyetlerinden bazısına kısa kısa örnekler vermekte fayda olacaktır.

Ø      Bir örnek:

              Alman Der Spiegel Dergisi‘nde, Fransız düşünür Bernard Henri Levy‘nin bir yazısı yayınlandı. Levy, bu yazısında, İslam aydınlanmasında din adamlarına büyük görev düştüğünü belirterek şöyle diyor: ‘‘Hıristiyan ve Yahudi din adamları yüzyıllarca önce nasıl kendi kutsal kitap ve yazılarını gözden geçirip onunla hesaplaştıysa, şimdi de kendi kutsal kitapları üzerinde çalışma sırası İslam bilginlerinde.’’

Ø      Dinler Arası Dialog:

          Mesela hıristiyanlığı kabul ettirmek için II. Vatikan Konsili`nde kararlaştırılan bir papaz siyaseti olan “Dinler Arası Dialog” fesadı ile örneklerimize başlayalım.

Papa Jean Paul, "Kurtarıcı Misyon" adlı genelgesinde bu
durumu, bakın, nasıl açıklıyor:

"Dinlerarası Diyalog, kilisenin bütün insanları kiliseye döndürme
amaçlı misyonunun bir parçasıdır. Karşılıklı bilgilenme ve anlayışı
zenginleştirme vâsıtası ve metodu olarak diyalog, misyona zıt
değildir. Esasen misyon ve misyonun şekilleriyle diyalog arasında
özel bir bağ vardır.Bu misyon aslında Mesih`i ve İncil`i bilmeyenlere ve
diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir."
[11]

 Nitekim, Vatikan’ın 1999 yılında yayınladığı; “Towards a pastoral approach to culture” adlı bir kitapta esas maksatlarını açıkca şöyle ifade etmekteler:

“Bütün insanlar İsaya (as) döndürülmeli, bütün insanlar vaftiz olarak Kilisede birleşmeli ve onun vücudu olan Kiliseye girmelidir. Yollar, usuller, metotlar değişir; ama hedef hiç değişmez: Nihai maksadımız, bütün insanları Hıristiyanlık dinine sokmaktır.” [12]

 

Ø     Papa 16. Benedict, Hem İslama Küfreder, Hem Camide Dua Eder[13]

 Papa, Almanyaya yaptığı ziyaretinde, 200 binden fazla bir kalabalık kitle önünde yaptığı konuşmada, İslamın mukaddes kitabına hiç müracaat etmeden, Peygamberimiz Hz. Muhammed SAS’in o konudaki açıklamalarına bakmadan, 14. asırda zamanın Bizans imparatoru ile İranlı bir aydın Müslüman arasında geçtiği iddia edilen konuşmayı nakletmekle yetinmiş. İmparator demiş ki:  “Muhammed’in getirdiği yeni bir şey var mı, göster bana? Dini kılıçla yayma emri gibi kötü ve insanlık dışı şey dışında hiç bir şey gösteremezsin.” Papa, İranlı Müslümanın ne cevap verdiğine de değinmemiş.

             Aynı Papa, Sultan Ahmet Camisinde

Ayasofya’dan bir araçla Sultanahmet Camii’ne gelen Papa, cami kapısında ayakkabılarını çıkardıktan sonra giydiği bir terlikle camiyi gezdi. Papa, Sultanahmet’i gezerken ”ziyaretimin en yüksek mertebesi burası.” dedi.

Kıbleye yönelerek dua etti.

Papa 16. Benedict, Sultanahmet Camii’ni ziyareti esnasında kıbleye dönüp el bağlayarak Allah’a dua etti. Camiye girişinde ayakkabılarını çıkartan Papa, yaklaşık 25 dakika boyunca camiyi gezdi. İstanbul Müftüsü Mustafa Çağrıcı rehberliğinde camiyi gezen 16. Benedict, Çağrıcı’nın “30-40 saniye bir huzur duruşunda bulunalım” daveti üzerine kıbleye yönelerek Allah’ın huzurunda dua etti. Papa’nın bu önemli anın ardından, hakkı olmasına rağmen haç çıkarmaması ‘önemli bir hassasiyet’ olarak yorumlandı. Birçok televizyon tarafından canlı yayınlanan Papa’nın müftü ile yan yana dua edişini, yabancı haber ajansları flaş haber olarak geçti.

 

Ø     İngiliz Başbakanı Gladstone’nin Kuranı Kerim Hakkındaki Sözleri:[14]

 1882 yılında Mısır Meselesinden dolayı zamanın Başbakanı olan Gladstone, Kur’anı bir eline alarak Avâm Kamerasında şöyle demiştir: “As long as this Quran is in the hands of Muslims, Europe shall not be able to control the East = Bu Kur’an Müslümanların elinde oldukça, Avrupa Doğuyu yani İslâm âlemini kontrol altına alamayacaktır.”

 Bir görüşe göre de Avâm Kamerasında yaptığı konuşmasında, Müslümanlara yönelik sert ifadelerde bulunmuş, Kur’an-ı Kerimi kasdederek “Bu lanet kitabın takipçileri oldukça Avrupa’ya barış gelmeyecektir = As long as there were followers of this accursed book, Europe would know no peace” diyecek kadar küstahlaşarak, İslama olan düşmanlığının da şiddetini ortaya koymuştur.

 Yani bu Kafir: “Allah’ın “Alemlere Rahmet olarak gönderdim” dediği Peygamberine vahyettiği Kuran ile, İnsanların arasını açıp, Kuran ve Sünnet Kalkanını onların ellerinden alıp, İman ve Cihad kanatlarını kırmadan bu insanları köleleştirmemiz mümkün görünmemektedir. Yani, Müslümanların gönüllerini çoşturan şehadet aşkını ve bileklerine güç veren cihad kılıcını ellerinden almadıkça bize rahat yok.” Demek istemişti. Elbette bu kanaatinde pek de yanılmış sayılmıyordu.

 

Ø     Bir başka örnek:

Birinci Dünya Savaşında İngilizler KUDÜS’ ü işgal edince, cephede beraber savaştığımız Almanya- Avusturya askerleri bayram yapmışlardır. Sebebi sorulduğunda: “Hz. İsa’nın doğduğu mukaddes Kudüs Hıristiyanların eline geçti“ diye cevap vermişlerdir.[15] 

 

Ø     Bir diğer örnek:

 Misyoner-Casus Teşkilatı Başkanı, Osmanlı Devletinde görev yapan misyoner Hampher’e: “Eğer sen İslam ülkelerinde Sünni-Şii kavgasını başlatabilirsen, Büyük Britanya’ya en büyük hizmeti  yapmış olacaksın “ demiştir.[16] 

 

İngilizlerin Şii-Sünni (Osmanlı-İran ) ihtilafına ne kadar önem verdiklerini  misyoner Hampher ‘den dinleyelim:

 “Bir gün misyoner toplantısında, “Bu Müslümanlarda zerre kadar akıl olsa, asırlar önce geçmiş olan Sünni-Şii ihtilafını kaldırır, onları mazide bırakır, ittifak kurarak birleşirler“ dedim, başkan hemen sözümü keserek! “Senin görevin bu ihtilaf ateşini körüklemektir; Müslümanlar’ın nasıl birleşeceğini göstermek değil!”  dedi[17].

 

Ø      Bir diğer örnek:

 1935 Senesinde Kudüs’te toplanan misyonerler  konferansında, misyoner teşkilatı başkanı Samaul Zouimer, açılış konuşmasında şunları söylüyor :

 “ Sizden Müslümanları  Hrıstiyan yapmanızı istemiyorum. Sizin asıl göreviniz Müslümanları İslam’dan uzaklaştırmaktır. Doğumundan ölümüne kadar boynuna haç takmasınlar, kiliseye gitmesiler, vaftiz olmasınlar ama Hrıstiyan gibi yaşasınlar. Bunu çağdaşlık adı altında temin edebilirsiniz. Onları Allah’ı ve peygamberlerini tanımaz bir kişi  haline getirin.  Müslüman milletleri ayakta tutan  ahlak, haya, iffet duygularından koparın. Eğer bunda başarılı olursanız, İslam Ülkelerinin sömürge haline gelmesi için fetih yollarını açan ileri karakollar kurmuş olursunuz. Sevk etmeye çalıştığınız yolda yürümeleri için, İslam ülkelerindeki bütün beyinleri  buna göre hazırlamanız gerekir. Bu ise Müslümanları dinlerinden uzaklaştırmaktan başka bir yolla mümkün değildir.

 Eğer siz onlardan Allah ve peygamber tanımaz bir nesil hazırlarsanız, büyük işlerle  ve ülkülerle uğraşmazlar. Rahatı, tembelliği, parayı ve nefsini sever, arzularını ve isteklerini tatmin için her çareye başvururlar. Hatta öyle hale gelirler ki, şehvet ve arzuları hayatlarının tek hedefi olar. Bir şey öğrenirse arzu ve isteklerine  ulaşmak için öğrenir. Malını şehveti için harcar, en büyük makama gelse de nefis, arzu ve şehvetinin esiridir. Bu uğurda her şeyini feda eder. Ve onları Emperyalist siyasetimiz için satın almak kolay olur.

 Ey misyonerler! Ancak Müslümanları bu hale getirdiğiniz zaman görevinizi başarılı bir şekilde tamamlamış olursunuz.[18] 

 Şu Hadisi Şerifi yeri gelmişken bir hatırlayalım:

 عَنْ أبي هُرَيْرَةَ * أن رَسُولَ اللَّهِ *  قال : بَادِرُوا بالأ عمال  فِتَنا كَقِطَعِ اللَّيْلِ الْمُظْلِمِ يُصْبِحُ الرَّجُلُ مُؤْمِنًا وَيُمْسِي كَافِرًا أوَ يُمْسِي مُؤْمِنًا وَيُصْبِحُ كَافِرًا, يَبِيعُ دِينَهُ بِعَرَضٍ مِنَ الدُّنْيَا.

Ebû Hureyre ra’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah sav şöyle buyurmuştur: “Hayırlı ve iyi ameller hususunda acele ediniz. Zira yakın bir zamanda karanlık geceler gibi bir takım fitneler ortalığı kaplayacaktır. O zaman kişi mü’min olarak sabahlar, kafir olarak geceler. Mü’min olarak gecelerse kafir olarak sabaha çıkar, dinini basit dünyalığa satıverir.[19]

 Muhterem Müslümanlar!

 Yukarıda verdiğimiz örneklerden çıkardığımız sonucu, daha önce de zikrettiğimiz Ali İmran Suresinin 100. Âyeti Kerimesi ile özetleyelim:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوَاْ إِن تُطِيعُواْ فَرِيقًا مِّنَ الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ يَرُدُّوكُم بَعْدَ إِيمَانِكُمْ كَافِرِينَ

“Ey o bütün iman edenler! eğer o kitab verilenlerden her hangi bir fırkaya uyarsanız sizi imanınızdan sonra çevirirler kâfir ederler.”

 Bu husustaki diğer bir İlâhi ikaz da şöyledir:

وَلَن تَرْضَى عَنكَ الْيَهُودُ وَلاَ النَّصَارَى حَتَّى تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْ قُلْ إِنَّ هُدَى اللّهِ هُوَ الْهُدَى وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ أَهْوَاءهُم بَعْدَ الَّذِي جَاءكَ مِنَ الْعِلْمِ مَا لَكَ مِنَ اللّهِ مِن وَلِيٍّ وَلاَ نَصِيرٍ

 “Ne Yahudiler, ne Hıristiyanlar sen onların dînine uyuncaya kadar asla senden hoşnud olmaz (lar). De ki: «Allahın hidâyet (yolu olan İslâm yok mu? İşte) doğru yolun ta kendisi odur». Eğer (vahy ile) sana gelen (bunca) ilimden sonra (bilfarz) onların hevâ (ve heves) lerine uyacak olursan, andolsun, senin için Allahdan (başka koruyacak) ne hakıykî, bir dost, ne de hakıykî bir yardımcı yokdur.”[20]

 Muhterem Müslümanlar!

 Bir gün Ashabı ile sohbet ederken Efendimiz sav, Ümmetinin bu günkü halini, bakın bize nasıl haber vermiştir: "Pek yakında aç insanların sofralara üşüştüğü gibi diğer milletler sizin üzerinize üşüşecekler. Birisi ‘Biz az olduğumuz için mi böyle olacak yâ Rasûlallah?’ deyince Efendimiz ‘Bilakis siz o gün çok olacaksınız. Fakat sel sularının sürüklediği çer-çöp kabilinden değersiz kimseler haline geleceksiniz. Allah, düşmanlarınızın kalbinden sizin heybet ve saygınlığınızı giderecek ve sizin kalplerinize "Vehn" koyacak.’ Birisi Vehn nedir, Yâ Rasûlallah! deyince Râsûlallah: ‘Dünya sevgisi ve ölüm korkusudur”[21]

 Kıymetli Dostlar!

 Ecdadımızın muazzam bir medeniyet kurup, dünyanın en güçlü ve en zengin topluluğu oldukları halde zamanla bu güç ve zenginliklerini kaybetmelerinin, topraklarının düşmanlarca yağmalanmasının, aziz iken zelil, zengin iken fakir olmalarının baş sebebi, Müslümanların Kuran ve Sünnetten uzaklaşarak kalitesizleşmesidir.

 Müslümanlar başlangıçta sayıca azdılar, fakat kaliteliydiler. Bu sayede imparatorlukları dize getirdiler. Bizans ve Sasani gibi Küfür Medeniyetlerinin merkezlerini yıktılar.

 Kısa zamanda Afrika'yı fethettiler. İspanya'ya, oradan Fransa içlerine kadar ulaşıp dünyanın hâkim gücü oldular. Bu güç zalim değil, âdildi.

Fakat zamanla inançları, heyecanları, şahsiyetleri aşındı. Ahiret yerine dünyayı ön plana çıkardılar. Önden gidenleri savaşa, düğüne gider gibi giderlerken, arkadan gelenler ise ölümden korkar oldular.

 

·  Emevîler İspanya'da tam bir İslam egemenliği kurmuşlardı. Ancak zamanla, başa geçen hükümdarlar cihadı bıraktı ve saraylarda sefa sürmeye başladılar. Taht kavgaları ve sevdaları, kardeşkanının dökülmesi sebebiyle yıkım dönemi başladı. 

             Avrupalılar büyük bir taarruzla Endülüs Emevilerini Batı Avrupa bölgesinden çıkarırlar. Son Endülüs Halifesi Endülüs’ten ayrılırken hıçkırıklara boğulur ve ağlar. Annesi ise “Ağla ağla! Dün erkekler gibi savaşmayan bugün kadınlar gibi ağlar” der.

 Muhammed İkbal'in de belirttiği gibi; "Yüce Kâbe'nin ahalisi ortadan kayboldu. Sanki yeniden dirilmemecesine öldüler. Zenginlikleri fakirlik oldu ve şerefli devletleri tilki ve kurtların hücumuna uğradı. Onlar Muhammed sav’in mirasını ihmal ettiler. Putları yıkanlar gitti. Bunlar ise onları tekrar diktiler! Babaları İbrahim idi. Lâkin oğulları arasında Âzerleri görüyorum. Yazıklar olsun! Aşkın cinneti kalmadı artık. Müslümanların damarlarında kan kalmadı artık. Namazlarına bak, safları eğri, secdeleri huzursuz, çünkü içten gelen ilahi ateş kalmadı artık."[22]

 Aziz ve Pek Muhterem Müminler!

 Yukarıda zikrettiğimiz Ayeti Kerimeler istikametinde, kendine yol haritası çizen Ceddimiz, Allah’ın Son Dinine tabi olmayı en ulvi gaye edinmiş, Kuran ve sünnete hizmet ederek izzet bulmuş, İ’layı Kelimetullah uğrunda canını ortaya koymuştur. Bu sebepledir ki yüce Allah da onlara “yürü yâ kulum” deyip, Cihan devletini nasip etmiştir.

 Ne zaman ki, Analar kundakdaki yavrularına;
Uyu yavrum yine şimşek çakıyor
Şehid baban gelmiş bize bakıyor
Yarasından kızıl kanlar akıyor
O yarayı dur bağlıyayım ninni
Sen ağlama ben ağlayayım ninni. Diye “Cihad Ninnileri” ile yetiştirmeyi terkedip,

Dandinidandini dasdana,
Danalar girmiş bostana,
Kov bostancı danayı,
Yemesin lahanayı.  gibi ninnilerle avutmaya ve uyutmaya başladılar, işte o ninnilerle yetişen neslimiz, İslam Davasından uzaklaştı, Cihad Şarkıları söylemeyi terk etti ve dillerinden Tekbir sesleri düştü. Cenneti esas mesken bilmek yerine dünyaya aldanan, Müslümanları kardeş bilmek yerine kafirleri dost edinen, heva ve heveslerini, istek ve arzularını ilah edinen bir nesil yetişti. İşte böylece, ölümden korkan, şehidliğe yabancı, küfür karşısında selam duran, kafirlere benzemeyi çağdaşlık ve medeniyet zanneden bir millet haline geldik.

 Kıymetli Dostlar!

 Ecdadımız ne güzel söylemiş; “Gâvur’dan dost, domuzdan post olmaz” diye. Rabbim onlara rahmetiyle muamele eylesin.

 Sakın ha!“Kafirler bize bir şey yapamaz”,“Köprüyü geçene kadar eşeğe dayı diyeceksin” gibi sözlerle kendimizi kandırmayalım. Allah’a dayanmadan O’na güvenmeden, O’na itaat etmeden, Küfür ve Şeytanla baş edeceğini zannedenlere, Özelde Efendimize, genelde ise bütün Müminlere hitaben, şu Ayeti Kerime Allah’ın bir uyarısıdır.

وَإِن كَادُواْ لَيَفْتِنُونَكَ عَنِ الَّذِي أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ لِتفْتَرِيَ عَلَيْنَا غَيْرَهُ وَإِذًا لاَّتَّخَذُوكَ خَلِيلاً

“Ey Muhammed, müşrikler az kalsın seni, indirdiğimiz vahiyden ayırıp adımıza başka sözler uydurmanı sağlıyorlardı, eğer bunu başarabilselerdi, seni dost edineceklerdi.”[23]

وَلَوْلاَ أَن ثَبَّتْنَاكَ لَقَدْ كِدتَّ تَرْكَنُ إِلَيْهِمْ شَيْئًا قَلِيلاً

“Eğer sana direnme gücü vermeseydik, azıcık onlara yanaşmak üzereydin.”[24]

إِذاً لَّأَذَقْنَاكَ ضِعْفَ الْحَيَاةِ وَضِعْفَ الْمَمَاتِ ثُمَّ لاَ تَجِدُ لَكَ عَلَيْنَا نَصِيرًا

“Eğer onlara yanaşsaydın sana dünya hayatının ve ölüm ötesinin azabını katlayarak tattırırdık da bize karşı kendine yardım edebilecek hiç kimse bulamazdın.”[25]

Her gün Yatsı Namazlarından sonra okuduğumuz “Amener Rasülünün” son cümlelerini hatırlayalım;

أَنتَ مَوْلاَنَا فَانصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ

“… Sen bizim mevlâmızsın. Artık kâfirler olan kavim üzerine bizlere nusret ver.”[26]

             Muhterem Kardeşlerim!

 Şu yeryüzüne bir bakalım. Âdem as’dan beri sayısız devletler kurulmuş ve yıkılmışlar. Her bir devlete de yön veren muhakkak ki bir din olmuştur. Tarihte Dini olmayan ateist hiçbir devlete ya da medeniyete rastlanmamaktadır. Hak ya da batıl, mutlaka bir din ve inanç üzerine inşa edilmiştir, devletler ve medeniyetler.

 

·  Ve yine hiçbir devlet yoktur ki yeryüzünde uğruna kan dökülmeden, bedel ödenmeden bir yer bir millete yurt, ülke ya da vatan olsun.

 Allah cc, Ahir Zaman insanlığı için din olarak İslamı seçmiş ve sadece O Dine ittibadan, Onun Hükümleriyle yapılan amel, iş ve eylemlerden razı olacağını kesin olarak ilan etmiştir. Aşağıda vereceğimiz Âyeti Kerimelerde olduğu gibi:

 الْيَوْمَ يَئِسَ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِن دِينِكُمْ فَلاَ تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِ الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الإِسْلاَمَ دِينًا

“…Bu gün, kafirler dininizden çıkmanızdan ümitlerini kesmişlerdir, onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslamiyet’i beğendim…”[27]

إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ وَمَا اخْتَلَفَ الَّذِينَ أُوْتُواْ الْكِتَابَ إِلاَّ مِن بَعْدِ مَا جَاءهُمُ الْعِلْمُ بَغْيًا بَيْنَهُمْ وَمَن يَكْفُرْ بِآيَاتِ اللّهِ فَإِنَّ اللّهِ سَرِيعُ الْحِسَابِ

Allah katında geçerli olan din İslâm'dır. Kitap verilenler, kendilerine bilgi geldikten sonra karşılıklı ihtirasları yüzünden anlaşmazlığa düştüler. (Ey İman Eden Kullarım! Sizden) Kim (kafirler gibi) Allah'ın ayetlerini inkar ederse bilsin ki, Allah'ın hesaplaşması çok çabuktur.”[28]

وَمَن يَبْتَغِ غَيْرَ الإِسْلاَمِ دِينًا فَلَن يُقْبَلَ مِنْهُ وَهُوَ فِي الآخِرَةِ مِنَ الْخَاسِرِينَ

“Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır.”[29]

 Ey Rabbim!

 Ümmeti Muhammede Kuran ve Sünnete tabi olmayı, Mümin Kardeşlerine karşı merhametli, Küfür ehline karşı izzetli ve güçlü olmayı nasip eyle! Amin.

 Aziz Müminler!

İnsanoğluna bahşedilen nimetlerin başında “Hayat Nimeti”gelmektedir. İslamın emir ve yasaklarındaki hikmeti,  Ulemabeş temel sebebe dayandırmışlardır. Bunlar “Genel Makāsıd” kısmına dahil olan, hayat (can), nesil (nesep, ırz), akıl, mal ve dinin korunması şeklinde özetlenir ve literatürde “Zarûriyyât-I Hamse, Makāsıd-I Hamse, Külliyyât-I Hams” gibi adlarla anılır.

İnsanın imtihan sebebidir, hayat. Diğer bütün nimetler kişinin o ömür (hayat) nimetini değerlendirebilmesi, bereketlendirebilmesi, Rıza-i Bari’ye erişebilmesi için bir takviyedir.

“Hayat”ı kişinin hem kendi şahsında hem de başkalarına karşı dokunulmaz kılan, koruma altına alan yüce Allah cc, onu ancakkendi rızası uğrunda feda edilmesine rıza göstermiş ve teşvik etmiştir.

İşte biz, hayatı (canı) Allah yolunda feda etmeye, “Şehadet”, edene “Şehid”, bu uğurda yapılan bütün gayretlere “Cihad” bu yolda olan nefere de “Mücahid” diyoruz.

 Kıymetli Müslümanlar!

 Bir Müslüman, Uhud’da, Hamza olup Cennete gülümsemeden, Musab olup, Allah Rasülünün fedaisi olmadan, Mutede 100 bin kişilik Hristiyan Rum Ordusu karşısında Cafer-i Tayyar olup Cennete uçmadan, Malazgirt’te Alpaslan olup inanışının şahlanışını yaşamadan, Murad Hüdâvendigâr olup Kosova’dan Cennete geçmeden, Yıldırım olup Niğbolu’da bir kılıç gibi Haçlıları yere sermeden, Ulubatlı Hasan olup İstanbul’u fethetmeden, “Ya ben bizansı alırım ya Bizans beni alır” diyen, Sultan Fatih olup atını denize sürmeden, Kanuni olup şanlı ordularıyla Avrupa’nın içlerine yürümeden, Seyit çavuş olup 215 okka/270 kiloluk mermiyi “Ya Allah”diye diye namluya sürmeden, Ne cihadı anlayabilir, ne Şehidliği ne de Şehadeti.

 Cihad Nedir?

Mücahid Kime Denir?

ŞehadetNedir?

Şehid Kime Denir?

Kısaca bu kavramları biraz izah edelim:

 CİHAD/MÜCAHİD:

 “Cihad”ı“nefisle mücadele”,“Zalimlere karşı hakkı ve haklıyı savunma”, “İslâm’ı tebliğ ve bu uğurda düşmanla savaşma da dahil her türlü mücadele”olarak tarif edebiliriz.

 Arapça’da “güç ve gayret sarfetmek, bir işi başarmak için elinden gelen bütün imkânları kullanmak” mânasındaki “cehd” kökünden türeyen cihad, İslâmî literatürde“dinî emirleri öğrenip ona göre yaşamak ve başkalarına öğretmek, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya çalışmak, İslâm’ı tebliğ, nefse ve dış düşmanlara karşı mücadele vermek” şeklindeki genel ve kapsamlı anlamı yanında fıkıh terimi olarak daha çok müslüman olmayanlarla savaş, tasavvufta ise nefs-i emmâreyi yenme çabası için kullanılmıştır.

 “Cihad” kelimesi ile aşağıda sunacağımız Âyet ve Hadisi Şeriflerin bir kısmında“doğrudan (Küfür ehli ile) savaş” kastedildiği gibi, bir kısmında da “Allah’ın rızâsına uygun bir şekilde yaşama çabası”kasdedilmiştir.

 “Cihad”Kişinin, Allah’ın rızasına ve cennetine karşılık, kendini O’nun yoluna adaması ve O’na sunmasıdır.

 “Cihad”, Kur’ân-ı Kerîm’de isim olarak dört, bundan türeyen fiil şeklinde yirmi dört yerde geçmektedir; “Cihad Eden”anlamındaki “Mücahid”ise iki âyette zikredilmiştir.

وَإِذَآ أُنزِلَتْ سُورَةٌ أَنْ آمِنُواْ بِاللّهِ وَجَاهِدُواْ مَعَ رَسُولِهِ اسْتَأْذَنَكَ أُوْلُواْ الطَّوْلِ مِنْهُمْ وَقَالُواْ ذَرْنَا نَكُن مَّعَ الْقَاعِدِينَ

Allah'a inanınız ve peygamberi ile birlikte cihad ediniz direktifini içeren bir sure indiğinde onların içindeki zenginler senden izin isteyerek «Bizi bırak evlerinde oturanlarla birlikte olalım» derler.”[30]

فَرِحَ الْمُخَلَّفُونَ بِمَقْعَدِهِمْ خِلاَفَ رَسُولِ اللّهِ وَكَرِهُواْ أَن يُجَاهِدُواْ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَقَالُواْ لاَ تَنفِرُواْ فِي الْحَرِّ قُلْ نَارُ جَهَنَّمَ أَشَدُّ حَرًّا لَّوْ كَانُوا يَفْقَهُونَ

“Allah'ın Resûlüne muhalefet etmek için geri kalanlar (sefere çıkmayıp) oturmaları ile sevindiler; mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmeyi çirkin gördüler; «bu sıcakta sefere çıkmayın» dediler. De ki: «Cehennem ateşi daha sıcaktır!» Keşke anlasalardı!”[31]

لاَ يَسْتَأْذِنُكَ الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ أَن يُجَاهِدُواْ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ بِالْمُتَّقِينَ

“Allah'a ve ahiret gününe iman edenler, mallarıyla canlarıyla savaşmaktan (geri kalmak için) senden izin istemezler. Allah takvâ sahiplerini pek iyi bilir.”[32]

  Örnek Sahabi: Amr ibni Cemuh

Uhud savaşı için cihada çağrı yapıldığında üç oğlu gibi Amr ibnu Cemuh da cihad için hazırlanmaya başladı. Halbu ki Amr ra o anda çok yaşlı ve bir ayağı tamamen sakat idi. Bu yüzden çocukları onun mazur olduğunu anlatıp cihada katılmamasını istediler. Bunun üzerine baba oğullarını şikayet için Resulullah (s.a.s.)'in huzura çıktı ve: "Ey Allah'ın Resulü, şu benim oğullarım topal olduğumu bahane ederek beni bu hayırlı işten alıkoymak istiyorlar. Vallahi ben topallığımla cennete girmek istiyorum" dedi. Resulullah sav, oğullarına: "Ona engel olmayın. Herhalde Allah (c.c.) ona şehitlik verecek" buyurdu.

 Ordunun hareket vakti gelince Amr ra hiç dönmeyecekmiş gibi hanımına veda etti, sonra kıbleye yönelip şöyle dua etti: "Allah'ım! Bana şehitlik ver. Beni şehitliği kaybetmiş olarak aileme döndürme." Savaşın kızışıp müşriklerin Resulullah sav'i kuşattığı sırada o tek ayağı üzerinde sıçrayarak cihada devam ediyordu. Oğlu Hallad'la beraber Resulullah sav'i koruyan müminlerin ön safında çarpışırken bir taraftan da: "Ben cenneti istiyorum, ben cenneti istiyorum" diyordu. Derken ikisi de şehid olup cenneti garantileyenlere katıldılar.[33]

أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تَدْخُلُواْ الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَعْلَمِ اللّهُ الَّذِينَ جَاهَدُواْ مِنكُمْ وَيَعْلَمَ الصَّابِرِينَ

“Yoksa siz, Allah içinizden savaşanları ve sabredenleri hiç belirlemeden cennete gireceğinizi mi sandınız.”[34]

 Pek Muhterem Müminler!

 Cihadla ilgili birçok hadis mevcut olup bunlar bazımüstakil eserlere konu olduğu gibi hadis mecmualarında da “Kitâbü’lCihâd”veya “Fezâilü’l-Cihâd”başlıkları altında toplanmıştır. Genel anlamda cihaddan ve faziletinden bahseden hadisler yanında kime karşı ve nasıl cihad yapılacağına dair de hadisler de vardır.

 Mesela:

“Müşriklere karşı mallarınız, nefisleriniz ve dillerinizle cihad edin”[35]
“Cihadın en faziletlisi, zalim sultanın yanında hakkı söylemektir”[36]
“Mümin kılıcı ve diliyle cihad eder”[37]
“Mücahid nefsiyle cihad edendir”[38]

 Şavaşa çıkmakta olan İslâm ordusuna katılmak için gelen birine annesinin ve babasının hayatta olup olmadığını soran Efendimiz sav’in, hayatta olduklarını öğrenince,

قَالَ: أَحَيٌّ وَالِدَاكَ؟! قَالَ: نَعَمْ. قَالَفَفِيهِمَا فَجَاهِدْ".

“O halde onlara hizmet yolunda cihad et”[39] emri ise cihadın başka bir boyutunu bizlere göstermektedir.

 Hz. Âişe’nin, “Ey Allah’ın Rasulü! Görüyoruz ki cihad amellerin en faziletlisidir; öyleyse biz de cihad etmeli değil miyiz?” diye sorması üzerine, “Sizin için cihadın en faziletlisi makbul hacdır”[40] buyurmuştur.

 Buna göre “cihad”, hayatın gayesi olarak Allah’a kulluk etmek olup, Allah ve Resulü’nün koyduğu ölçülerin fert ve toplum hayatına uygulanmasına çalışmaktan İslâm’ı diğer insanlara tebliğe, İslâm ülkesini ve müslümanları her türlü tehlike ve saldırılara karşı savunma ve bu konuda gerektiğinde savaşmaya kadar kapsamlı bir anlam taşımakla birlikte; kalp, dil, el ve silâh gibi beşerî aksiyonun ortaya konulduğu her vasıta ile yapılabilmektedir.[41]

 Cihadın Çeşitleri:

 Rahmet Peygamberinin Aziz Ümmeti!

 Yukarıda yaptığımız açıklamalar ışığında cihadıgenel olarak beş başlık altında inceleyebiliriz:

 1-      İlim İle Yapılan Cihad:

ادْعُ إِلِى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُم بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِمَن ضَلَّ عَن سَبِيلِهِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ

"Ey Muhammed! İnsanları, Rabbi'nin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış. Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir."[42]

 “Oku” emriyle başlayıp, ilimle terbiye, tebliğ ve davete dayanan İslâmiyette, bu tebliğ faaliyetinin adı "İlimle Cihad"dır. En güzel mücadele şekli ise Efendimiz sav’in yaptığı gibi Kur'an'ın mücadele şeklidir.

 Bunun için Cenâb-ı Hak:

فَلَا تُطِعِ الْكَافِرِينَ وَجَاهِدْهُم بِهِ جِهَادًا كَبِيرًا

"Sen kâfirlere uyma, uyanlara karşı bununla (Kur'an ile olanca gücünle) büyük bir cihadla cihad et"[43] buyurmuştur.

وَعِبَادُ الرَّحْمَنِ الَّذِينَ يَمْشُونَ عَلَى الْأَرْضِ هَوْنًا وَإِذَا خَاطَبَهُمُ الْجَاهِلُونَ قَالُوا سَلَامًا

“Rahmân'ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) «Selam!» derler (geçerler).”[44]

 

2-      Mal ve Can ile Yapılan Cihad

 

إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَهَاجَرُواْ وَجَاهَدُواْ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَالَّذِينَ آوَواْ وَّنَصَرُواْ أُوْلَئِكَ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاء بَعْضٍ وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَلَمْ يُهَاجِرُواْ مَا لَكُم مِّن وَلاَيَتِهِم مِّن شَيْءٍ حَتَّى يُهَاجِرُواْ وَإِنِ اسْتَنصَرُوكُمْ فِي الدِّينِ فَعَلَيْكُمُ النَّصْرُ إِلاَّ عَلَى قَوْمٍ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُم مِّيثَاقٌ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ

"İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp yardım edenler var ya, işte onların bir kısmı diğer bir kısmının dostlarıdır. İman edip de hicret etmeyenlere gelince, onlar hicret edinceye kadar size onların mirasından hiçbir pay yoktur. Eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavim aleyhine olmaksızın (o müslümanlara) yardım etmek üzerinize borçtur. Allah yapıp ettiklerinizi hakkıyla görmektedir."[45]

 

انْفِرُواْ خِفَافًا وَثِقَالاً وَجَاهِدُواْ بِأَمْوَالِكُمْ وَأَنفُسِكُمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ

(Ey müminler!) Gerek hafif, gerek ağır olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır." (Tevbe, 9/41).

 

لاَّ يَسْتَوِي الْقَاعِدُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ غَيْرُ أُوْلِي الضَّرَرِ وَالْمُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ فَضَّلَ اللّهُ الْمُجَاهِدِينَ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ عَلَى الْقَاعِدِينَ دَرَجَةً وَكُلاًّ وَعَدَ اللّهُ الْحُسْنَى وَفَضَّلَ اللّهُ الْمُجَاهِدِينَ عَلَى الْقَاعِدِينَ أَجْرًا عَظِيمًا

"Müminlerden -özür sahibi olanlar dışında- oturanlarla malları ve canlarıyle Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vadetmiştir; ama mücahidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır." (Nisâ, 4/95).

 

· Malı ile Cihad Eden Sahabi: Hârise bin Nûman

 

Hârise bin Nûman, malını mülkünü, canını ve bütün hayatını, en küçük bir te­reddüt ve şüphe göstermeden Re­sû­lul­lah’a sav feda edebilen bir kahraman­dı. Huneyn Mu­harebesi’nde “Müslümanların mağlup olduğu” haberinin yayılıp tehlikeli bir ânın başladığı bir anda Re­sû­lul­lah’ın yanından hiç ayrılmayan, vü­cudunu ona siper eden, cesaret timsali bir insandı.

Suffe Medresesi’nde bir müddet kaldıktan sonra evlenip çocuk sahibi oldu­ğunda da Re­sû­lul­lah’ın komşusu olmayı çok arzu ediyordu. Ve sonunda Peygamberimizin yakın komşusu oldu. Medine’de, “Re­sû­lul­lah’ın komşusu” dendi­ğinde akla Hârise bin Nûman gelirdi.

Bu hususa işaret eden İbni Sa’d, Hz. Hârise’nin, Medine’de Peygamberimizin evinin yakınında bir evi bulunduğunu, Re­sû­lul­lah’ın ihtiyacı olduğu zamanlar­da, Hârise’nin evini boşaltıp ona verdiğini kaydetmektedir.[46] Evini Re­sû­lul­lah’a veren Hz. Hârise, bu mübarek komşusundan ayrı kalma­mak için oraya bir ev daha yaptı. Bir müddet oturduktan sonra bu evini de Hz. Ali ra ile Hz. Fâtıma’ya (r.anha) hibe edecektir.

Bilindiği üzere Peygamber Efendimiz, Medine’ye geldikten sonra bir seneye yakın Ebû Eyyüb el-Ensâri’nin evinde kaldı. Daha sonra kendi evine taşındı. Bu arada Hz. Ali, Hz. Fâtıma ile evlenince, Re­sû­lul­lah, Hz. Ali’ye bir ev bulmasını emretti. Hz. Ali, ev aramaya koyuldu. Fakat Peygamberimizin evine yakın yer­de bir ev bulamadı, sonunda Medine’nin uzak bir köşesinde bir ev buldu. Bir müddet orada kaldılar.

Re­sû­lul­lah sav bir gün ziyaretlerine gitti. Bir ara, “Sizi yakınıma almak istiyorum.” buyurdu. Hz. Fâtıma, “Canım babacağım, isterseniz Hârise ile ko­nuş, belki yakınınızdaki evi bize boşaltır.” dedi. Fahr-i Kâinat Efendimiz, muaz­zez kızı Fâtıma’ya hitaben, “Sevgili kızım, Hârise evini bir kere bize verdi; ikin­ci defa isteyemem.”

Bu haber bir vesileyle Hz. Hârise’ye ulaştı. Bunun üzerine hemen Re­sû­lul­lah’a geldi ve “Yâ Re­sû­lal­lah, duydum ki, Fâtıma’nın, sizin yakınınızda bulunan bir eve ihtiyacı varmış. Benî Neccar’ın en sağlam evlerinden olan evimi boşalttım, gelip otursunlar. Ben ve malımın hepsi Allah ve Resûl’ünündür. Yemin ederim ki, yâ Re­sû­lal­lah, benden aldığınız mal, benim yanımda, bana bıraktığınız mal­dan daha hayırlıdır.” dedi.

Hz. Hârise’nin bu samimi ifadeleri üzerine Efendimiz şöyle buyurdu: “Haki­katen doğru söylüyorsun, yâ Hârise, Allah’ın bereketi üzerine olsun.” [47]

Daha sonra Hârise’nin evine Hz. Ali ve Hz. Fâtıma taşındılar.

Hz. Hârise’nin, Efendimizin zevcesi Mariye’ye de bir ev verdiği rivayet edi­lir. Ayrıca Hz. Ebû Bekir’in oğlu Abdullah’ın, ailesiyle beraber Medine’ye hic­ret ettiği zaman, yine Hz. Hârise’nin evinde kaldıkları belirtilmektedir.

Hârise bin Numan’ın bu cömertliği, hayatının sonlarına doğru iki gözünü kaybettikten sonra da devam etmiştir. Hz. Hârise bu sıralar evinin önüne hur­ma dolu bir zembil koyuyor ve fakirlerin gelip oradan ihtiyaçları kadarını alıp gitmelerini temin ediyordu.[48]

Hz. Hârise, Hz. Cebrâil’i iki defa gördüğünü söyler. İbni Abbas’ın rivayetine göre, Peygamberimiz, Hz. Hârise ve Hz. Cebrâil arasında şöyle bir hadise ge­çer:

Hz. Hârise bir gün Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) huzuruna varır, gizlice birisiyle ko­nuştu­ğu­nu düşünerek selam vermez. Az sonra Cebrâil, Re­sû­lul­lah’a, “O, niçin selam ver­medi?” diye sorar. Peygamber Efendimiz, Hârise’ye, “Geldiğinde ne­den selam ver­me­din?” deyince, Hz. Hârise, “Sizi, birisiyle konuşurken gördüm, konuşmanızı kesme­mek için selam vermedim.” der.

Re­sû­lul­lah Efendimiz, “Sen onu gördün mü?” diye sorar. Hârise, “Evet.” ce­vabını ve­rir. Efendimiz, “O, Cebrâil’di!” der. Hz. Cebrâil, “Şayet bana selam ver­seydi, selamı­nı alırdım.” der ve devamla, “O, 80’lerdendir.” buyurur. Re­sû­lul­lah Efendimiz, 80’le­rin kimler olduğunu sorunca, Hz. Cebrâil şöyle ce­vap verir:

“İnsanların kaçıştığı bir sırada canını, evladını ve rızkını Allah’a ha­vale ederek, senin çevrende kenetlenip sarsılmadan sabredenlerdir.” Hz. Cebrâil bu ifadeleriyle, Huneyn’de Peygamberimizi yalnız bırakmayan sahabi­lere işaret ediyordu. Hz. Hârise de oradaydı.

Re­sû­lul­lah’ın sav, “Cennette bir Kur’ân sesi duydum, ‘Bu kimin sesidir?’ diye sor­duğumda, ‘Hârise bin Nûman’ın okuyuşudur.’ dediler.” şeklindeki ha­diste olduğu gi­bi pek yüksek sena ve iltifatına mazhar olan Hz. Hârise, bütün ha­yatını İslam’a hizmet için vakfetmiş ve Hz. Muâviye devrinde vefat etmiştir.

Allah ondan razı olsun!

 

·  Canı ile Cihad Eden Sahabi: Hubeyb bin Adiyy[49]

      Tevhid inancının inatçı düşmanları, gözlerini kamaştıran İslam nurunu gölgele­meye güçlere yetmeyince, çeşitli hilelere başvurmaktan geri durmadılar. Bil­hassa Bedir gibi Uhud’da da elebaşlarını kaybedince iyice azdılar ve intikam hıncıyla tutuştular.

Lihyanoğullarıyla anlaşan Adal ve Kare kabilesinden bir grup, Müslüman olduklarını söyleyerek Peygamberimize sav müracaatta bulundular: Yâ Re­sû­lal­lah, İslamiyet kabilemiz arasında yayılmaya başladı. Sahabilerinden birkaçını bizimle gönder de bize Kur’ân öğretsinler, İslamiyet’i anlatsınlar.”

Bu masum ve makul isteği cevapsız bırakmayan Peygamberimiz, Hz. Mersed bin Ebî Mersed ra başkanlığında, Suffe Ashâbı’ndan 10 zatı bu işle vazifelendirdi.

İrşat heyeti, Mekke’den gelenlerle yola çıktı. Uhud Savaşı’ndan dört ay son­raydı. Hic­ret’in 4. senesi Sefer ayı başlarıydı… Kafile Recî Suyu’nun başına gelin­ce, âdi bir hı­yanetle yüz yüze geldiler. Lihyanoğullarından 100 kadar gözü dön­müş nasipsiz, bu masum ve müdafaasız kimselere saldırmaya yöneldiler. Duru­mun vahametini anlayan Hz. Mersed, arkadaşlarını yakınlarındaki dağa çekti. Etraflarını saran düşman, onları sıkıştırmaya başladı. Onlar da kılıçlarını çekip kendilerini savunmaya çalıştılar. Fakat çok geçmeden yedi sahabi şehit düştü. Geriye kalan Hubeyb bin Adiyy, Zeyd bin Desinne ve Abdullah bin Târık ra, müşriklerin öldürmeyeceklerine dair söz vermeleri üzerine teslim oldular.

Çapulcular, bu üç sahabiyi sıkıca bağladılar. Mekke’nin yolunu tuttular. Esir olarak götürüp satacaklardı. Direnip gitmek istemeyen Hz. Abdullah bin Târık karşı koydu. Elini çözerek kılıcına sarıldı. Fakat müşrikler fırsat vermediler, bu yüce insanı taşlayarak şehit ettiler.

Ellerinde kalan Hz. Hubeyb ile Hz. Zeyd’i Mekke’ye götürdüler. Hz. Hubeyb, Hicret’ten önce Müslüman olmuştu, Ensar’ın ileri gelenlerindendi. Bedir Savaşı’nda üstün kah­ramanlık göstermiş, müşriklerin büyüklerinden Hâris bin Âmir’i öldürmüştü. Uhud’da da büyük fedakârlıklar sergilemişti.

Lihyanoğulları, Hz. Hubeyb’i Hâris bin Âmir’in çocuklarına 100 deve karşılı­ğında sattılar. Hâris’in üvey kardeşi Huceyr de, Hz. Hubeyb’i, cariyesi Mâviye’nin evine hapsetti. Gayeleri, bir müddet işkence yapıp eziyet çektirdikten sonra öldürmekti.

Dünyayı kucaklayacak güçlü bir imana sahip olan Hz. Hubeyb, İlahî takdire boyun eğerek, derin bir sabır ve tam bir tevekkül içinde Rabb’ine kavuşacağı gü­nü bekliyordu. Çünkü o, Re­sû­lul­lah tarafından yüce bir gaye için vazifelendirilmişti. Yeni Müslüman olanlara Allah’ın kelamını öğretmek, İslam’ın güzellikle­rini anlatmak için yola çıkmıştı. Bu uğurda başına gelecek her şeyi tam bir rıza ile karşılaması gerekirdi. Hayatta kalıp vazifesini yapsa da kârdaydı, bir ihane­te kurban gitse de kazançlıydı. Çünkü şehadet mertebesini kazanacaktı.

Hz. Hubeyb’i aç susuz bir şekilde yalnızlığa terk etmişlerdi. Kaçmaması için de zin­cire vurmuşlardı. Fakat Hubeyb’i, Rahim olan Rabb’i aç bırakmadı. Ev sa­hibi Mâvi­ye bir gün Hz. Hubeyb’in yattığı hücrenin kapısını aralayınca şaşkına döndü. Hu­beyb’in elinde, dünyada benzeri görülmeyen koca bir üzüm salkımı vardı. Sakin bir şekilde tane tane yiyordu. Daha sonra Müslüman olan Mâviye, bu durumu şöyle anlatıyordu: “Ben Hubeyb’den daha hayırlı bir esir görmedim... O mevsimde değil Mek­ke’de, dünyada dahi bir üzüm tanesi bulunmazdı. Kendisi zincire vurulmuş ol­duğu hâlde, elinde bir insan başı büyüklüğünde üzüm salkımı vardı. Herhâlde bunu ona rızık olarak Allah veriyordu…”

Mâviye bir defasında gelerek, gizliden Hz. Hubeyb’e ihtiyacı olup olmadığını sordu. Hubeyb asla nefsini düşünmüyordu. İmanına bir zarar gelebileceği endi­şesini taşıyordu: “Bana tatlı su içirip, putlar adına kesilmeyen hayvanların etin­den yedirmenden ve bir de, beni öldürecekleri günü önceden haber vermenden başka senden bir şey istemiyorum.”

Mâviye anlatıyor: “Hubeyb’in öldürüleceği gün kararlaştırılmıştı. Vallahi ölüm haberini du­yunca onun yüzünde zerre kadar bir üzüntü, durumunda en küçük bir endişe görmedim. Sadece ölmeden önce vücut temizliğini yapmak üzere benden ema­net olarak bir ustura istedi. İsteğini yerine getirdim.”

Bütün Mekke halkı toplanarak Hz. Hubeyb’i öldüreceklerdi. İntikamlarını vahşi bir şekilde bu masumdan alacaklardı.

Gün aydınlanmış, sabah olmuştu. Menfur emellerine kavuşmak isteyen bir grup Ku­reyş putperesti, Hz. Hubeyb’in zincire vurulduğu eve geldiler. İntikam ateşinden alev alev olmuş gözlerini Hz. Hubeyb’in üzerine diktiler. İman çağla­yanı büyük sahabi, bir melek masumiyeti içinde bekliyordu. Gayet rahat ve sa­kindi. Üzerinde en ufak bir te­laş eserini görmek mümkün değildi. Müşrikler bağlı olduğu prangadan çözerek onu hüc­resinden çıkardılar. Mekke’ye iki fer­sah uzaklıkta bulunan Ten’im mevkiine götürüp idam etmek üzere yola çıktı­lar.

Müşrikler, avını ele geçirmiş aç canavar hâletiyle menhus bir sevinçle ilerler­ken, Hz. Hubeyb de, mazlum bir eda, fakat metin ve vakur adımlarla Allah’a ka­vuşacağı mekâna gidiyordu. Yolda Hz. Zeyd bin Desinne ile karşılaşmış, birbir­lerini teselli etmişlerdi.

Ten’im âdeta bir panayıra dönüşmüş, çoluk çocuk, genç ihtiyar, kadın erkek oraya dö­külmüştü. Bu iki mazlumun öldürülüşünü seyredecek, Bedir’in ve Uhud’un acısını din­direceklerdi güya…

Derince bir çukur kazdılar. Kurumuş koca bir ağaç bedenini getirerek dikti­ler. Bu bir idam sehpasıydı. Hz. Hubeyb’i idam sehpasının yanına götürdüler. Hz. Hubeyb bir müddet durdu. Müşriklerden hiçbir talepte bulunmamıştı. Fa­kat son olarak Rabb’inin huzuruna çıkmak istiyordu, “Müsaade ederseniz, bıra­kın da iki rekât namaz kılayım.” dedi. Müsaade edildi.

Hz. Hubeyb, âdap ve erkânına dikkat ederek huşu içinde iki rekât namaz kıldı. Selam verdikten sonra müşriklere dönerek, “Vallahi eğer ölümden korktu da namazı uzattı zannına kapılmayacak olsaydınız, namazı uzatır ve çoğaltırdım!” dedi. Bu hâldeyken bile imanla bağdaşmayan korkaklık eserini kabul etmiyor­du.

Böylece, İslam tarihinde idamdan önce iki rekât namaz kılma âdetini Hz. Hu­beyb başlatmış oldu…

Müşrikler, Hz. Hubeyb’i tutup darağacına bağladılar. Yönünü ise Medine’ye çevirdiler. Belki ölümden korkar da inancından vazgeçer düşüncesiyle son ola­rak şu teklifte bulundular:

“Muhammed’in dinini terk et, sana eman verip serbest bırakalım.”

Hz. Hubeyb, hiç böyle bir teklif beklemiyordu. Bunu kabul etmek, onun için ölümlerin en kötüsüydü. Vakur bir sesle gürledi: “Hayır, vallahi dinimden dön­mem, hattâ bütün dünyayı da bana verseniz vazgeçmem!”

Alay dolu bir teklif daha yaptılar: “Doğru söyle, şimdi senin yerine Muhammed’in öldürülmesini, senin de evinde çoluk çocuğunun arasında sağ salim ya­şamanı isterdin, değil mi?”

Kalbi Peygamber sevgisiyle dolup taşan Hz. Hubeyb’in verdiği cevap, canile­ri ürküttü: “Vallahi Peygamberimin ayağına bir diken batmaktansa, canımdan olmaya razıyım!” Daha sonra şöyle devam etti:

“Allah yolunda olunca, hayatımın hiçbir ehem­miyeti yoktur. Vallahi ben imanımdan dolayı öldürülecek olduktan sonra, vu­rulup hangi yanım üzerine düşersem düşeyim, gam yemem. Çünkü bunların hepsi Allah uğrunadır. O dilerse, parça parça olan vücudumu feyze eriştirir.”

Müşrik topluluğu fedakârlığın ne olduğunu bilemiyorlardı. Ortalığı bir ölüm sessizliği kaplamıştı. Bu sözlere sadece istihza ile gülüp geçiyorlardı. Şirkin bü­tün çirkinliği suratlarına aksetmişti.

Haksız yere canına kıydıkları için Hz. Hubeyb, onlara içten gelen bir beddua etti: “Allah’ım, Kureyş müşriklerini mahvet! Topluluklarını darmadağın et! Bi­rer birer canlarını al, hiçbirisini sağ bırakma!” Bu beddua Ten’im mevkiinde yankılanınca müşriklerin kimisi kulağını tıkadı, kimisi yere kapaklandı. Daha sonra günlerce müşrikler arasında bu beddua çalkalandı durdu.

Hz. Hubeyb’in imanındaki sebatını ve kararlılığını gören müşrikler, Uhud’da babaları öldürülen eli mızraklı 40 gence hücum emrini verdiler. Dört bir yan­dan fırlatılan mızraklar Hz. Hubeyb’in vücuduna batıyordu. Bağlandığı ağaç kı­mıldayınca yüzü Kâbe’ye döndü. Hz. Hubeyb’in bu duruma sevindiği hissedil­mişti. Hâlâ dua ediyordu: “Allah’ım, eğer ben Senin katında hayırlı bir kul isem, yüzümü kıbleden başka tarafa çevirme!” diyordu. Artık kimse ondan sonra yü­zünü çeviremedi.

Ruhunu teslim edeceğini anlayan Hz. Hubeyb, son olarak Re­sû­lul­lah’a selam göndermek istedi. Fakat orada selamını ulaştıracak kimsecikler yoktu. “Allah’ım, Sen bize Resûlünün peygamberliğini tebliğ ettirdin. Bize reva gö­rüleni de sabahleyin o Resûlüne eriştir. Allah’ım, selamımı Resûlüne ulaştıra­cak kimseyi bulamadım. N’olur, selamımı Sen ulaştır!” diye niyazda bulun­du.

Peygamberimiz o sabah sahabileriyle sohbet ediyordu. Birden üzerinde va­hiy hâli belirdi, “Ve aleyhisselâm” dedi. Sahabiler, “Kimin selamını aldın, yâ Re­sû­lal­lah?” diye sorunca, Peygamberimiz, “Kardeşiniz Hubeyb’in selamını… Müşrikler onu şehit etti!” buyurdu. Selamı tebliğ eden, Cebrâil’di as.

Bütün müşrik gençleri, ellerindeki mızrakları atıp bitirdiler. En sonunda Hâris bin Âmir’in oğlu Ukbe gidip mızrağını Hz. Hubeyd’in göğsüne sapladı, mızra­ğın ucu arkasından çıktı. Hz. Hubeyb, Şehadet Kelimesi getirerek cennete uç­tu.

Müşrikler, gelen geçen görsün, her tarafa yaysın diye, Hz. Hubeyb’in cesedini darağacından indirmediler. Bu vaziyeti haber alan Peygamberimiz, Hubeyb’in cesedini indir­mek için Hz. Amr bin Umeyye’yi ra vazifelendirdi ve kendisine cenneti müjdeledi.

Cesedin yanında bekçiler vardı. Bir gece gizlice yaklaşan Hz. Amr, cesedi çözdü, indirdi, sırtına alarak uzaklaşmak istedi. Durumu fark eden bekçiler, Hz. Amr’ın peşine düştüler. Hz. Amr, Hz. Hubeyb’in cesedini yere bıraktı. Ceset ye­re düşünce, ne bekçiler gördü, ne Hz. Amr… Cenâb-ı Hak, tekrar müşriklerin eli­ne geçmemesi için, büyük şehidin cesedini gizlemişti!

Hz. Hubeyb’i “şehitlerin ulusu” olarak vasıflandıran Peygamberimiz, “O be­nim cennette komşumdur.” buyurmuştu.

               Allah ondan razı olsun!

 

3-      Kişinin Kendi Nefsine Karşı Cihadı:

 İnsan, ömür sermayesini kullandığı müddetçe, nefis ve şeytanın vesveselerine karşı daima uyanık olmalı, korunup arınmak için cihad etmelidir. Yüce Rabbimiz cc Şems Suresinde;

قَدۡ أَفۡلَحَ مَن زَكَّٮٰهَا (٩)وَقَدۡ خَابَ مَن دَسَّٮٰهَا (١٠)

“Nefsini temizlemiş olan şüphe yok ki, felâha ermiştir. Ve yine mutlaka nefsini noksana düşüren de hüsrâna uğramıştır.”[50] Buyrulduğu gibi;

قَدۡ أَفۡلَحَ مَن تَزَكَّىٰ (١٤) وَذَكَرَ ٱسۡمَ رَبِّهِۦ فَصَلَّىٰ (١٥) بَلۡ تُؤۡثِرُونَ ٱلۡحَيَوٰةَ ٱلدُّنۡيَا (١٦) وَٱلۡأَخِرَةُ خَيۡرٌ۬ وَأَبۡقَىٰٓ (١٧)

“Arınmış olan, Rabbinin adını anıp namaz kılan, saadete erişecektir. Fakat siz (ey insanlar!) ahiret daha hayırlı ve daha devamlı olduğu halde dünya hayatını tercih ediyorsunuz.”[51] Buyrularak insan uyarılmıştır.

 Efendimiz sav de “Gerçek Mümin nefsiyle cihad edendir” buyurmuşlardır.”[52]

4-      İslam Toplumu içinde Müslümanlara karşı Cihad:

وَإِن طَآٮِٕفَتَانِ مِنَ ٱلۡمُؤۡمِنِينَ ٱقۡتَتَلُواْ فَأَصۡلِحُواْ بَيۡنَہُمَا‌ۖ فَإِنۢ بَغَتۡ إِحۡدَٮٰهُمَا عَلَى ٱلۡأُخۡرَىٰ فَقَـٰتِلُواْ ٱلَّتِى تَبۡغِى حَتَّىٰ تَفِىٓءَ إِلَىٰٓ أَمۡرِ ٱللَّهِ‌ۚ فَإِن فَآءَتۡ فَأَصۡلِحُواْ بَيۡنَہُمَا بِٱلۡعَدۡلِ وَأَقۡسِطُوٓاْ‌ۖ إِنَّ ٱللَّهَ يُحِبُّ ٱلۡمُقۡسِطِينَ (٩) إِنَّمَا ٱلۡمُؤۡمِنُونَ إِخۡوَةٌ۬ فَأَصۡلِحُواْ بَيۡنَ أَخَوَيۡكُمۡ‌ۚ وَٱتَّقُواْ ٱللَّهَ لَعَلَّكُمۡ تُرۡحَمُونَ (١٠)

 “Eğer müminlerden iki gurup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah`ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adaletle düzeltin ve (her işte) adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever. * Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah`tan korkun ki esirgenesiniz.”[53]

 Hz. Peygamberin, ümmetin içinde “yaşamadıkları şeyleri söyleyen ve emir olundukları yükümlülükleri yapmayan” nesillerin ortaya çıkacağını haber vererek, onlara karşı “Kim onlarla eliyle cihad ederse o mümindir, kim onlarla diliyle cihad ederse o mümindir, kim onlarla kalbiyle cihad ederse o mümindir”[54] buyurmuştur.

 İbn Ömer'den ra Rasulullah’ın sav şöyle dediği rivayet edilmiş: Siz, iyne (veresiye) ile satın almaya başladığınızda! ineklerin kuyruklarına tutunduğunuzda, ziraate razı olduğunuzda ve cihadı terkettiğinizde; Allah üzerinize zilleti musallat kılar. Dininize dönmeyinceye kadar Al­lah, onu sizden söküp atmaz.”[55]

 Beyhaki :

 İyne ile alışveriş yapmak; adamın, "bu­nu şöyle şöyle al, ben de senden şöyle şöyle alırım demesidir" der.[56]

 Kadı Maverdi de:

"İyne denilmesinin sebe­bi paranın karla alınmasıdır" demiştir. Ayn ise dirhem ve dinar­lardır.

 Müellif der ki: Hadisin manası şudur: İnsanlar cihadı terkedip ziraat ve benzeri şeylere yöneldiklerinde, Allah da onların üzerine düşmanlarını musallat kılar. Çünkü on­ların ne hazırlıkları var ne de onların saldırılarına karşı bir amade olma var. Ayrıca onlar, içinde oldukları dünya nimet­lerine rıza göstermişlerdir. Dolayısıyla hakir ve zelil ol­maları haktır. Onlar üzerlerine vacip olan kâfirlerle cihada, onlara karşı sert olmaya, dini ikame etmeye, İslam ve ehlinin yardımına, ilayı kelimetullaha, küfür ve ehlini zelil kıl­maya dönmedikçe, ondan kurtulamazlar. Nebi'nin sav "...dininize dönünceye dek" sözü, ci­hadı terketme ve ondan yüz çevirip dünyaya dalmanın din­den çıkma ve ondan ayrılma olduğuna delalet eder. Kendisi için apaçık bir günah olarak bu, kifayet eder.

 Şu Hadisi Şerifle bu maddeyi bitirelim.

 “Canımı elinde tutana (Allah)’a yemin ederim ki; ya iyiliği emreder, kötülüğü yasaklarsınız, ya da Allah size katından bir ceza gönderir de sonra O’na dua edersiniz, duanıza icabet edilmez[57]

 

5-      Kafirlere karşı Savaşarak Cihad:

وَقَاتِلُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ الَّذِينَ يُقَاتِلُونَكُمْ وَلاَ تَعْتَدُواْ إِنَّ اللّهَ لاَ يُحِبِّ الْمُعْتَدِينَ

"Sizinle savaşanlarla; Allah yolunda siz de savaşın. Fakat haddi aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez."[58]

يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ جَاهِدِ الْكُفَّارَ وَالْمُنَافِقِينَ وَاغْلُظْ عَلَيْهِمْ وَمَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ

“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!” [59]

قُلْ إِن كَانَ آبَاؤُكُمْ وَأَبْنَآؤُكُمْ وَإِخْوَانُكُمْ وَأَزْوَاجُكُمْ وَعَشِيرَتُكُمْ وَأَمْوَالٌ اقْتَرَفْتُمُوهَا وَتِجَارَةٌ تَخْشَوْنَ كَسَادَهَا وَمَسَاكِنُ تَرْضَوْنَهَا أَحَبَّ إِلَيْكُم مِّنَ اللّهِ وَرَسُولِهِ وَجِهَادٍ فِي سَبِيلِهِ فَتَرَبَّصُواْ حَتَّى يَأْتِيَ اللّهُ بِأَمْرِهِ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.”[60]

 Cihadı ve Şehadeti Hayatın Manası Kabul Eden Muhterem Müslümanlar!

 Şimdide kısaca“Şehidlik ve Şehadeti”  tarif edelim.

 ŞEHİDLİK/ŞEHİD:

 Sözlükte “bir olaya şahit olmak, bildiğini söyleyip tanıklık etmek, bir yerde hazır bulunmak” gibi anlamlara gelen “şehâdet”(şühûd) masdarından türeyen “şehîd” (çoğulu şühedâ) dinî bir terim olarak “Allah yolunda öldürülen Müslüman”ı ifade eder.

 Kelimenin sözlük ve terim anlamları arasındaki bağı “görülen, tanıklık edilen” (meşhûd) mânasına göre açıklayan âlimler, canını Allah yolunda feda eden kimsenin hemen cennet nimetlerine erişmesine Allah ve melekler tarafından şahitlik edilmesinden dolayı;

“gören, tanıklık eden” (şâhid) anlamını esas alanlar ise Allah’ın vaad ettiği nimetleri hazır olarak görüp onlardan yararlandığı yahut kıyamet gününde kendisinden Hz. Peygamber’le birlikte geçmiş ümmetler hakkında şahitlik etmesi isteneceği için ona şehid dendiğini belirtirler.

 Kur’ân-ı Kerîm’de biri ikil, yirmisi çoğul olmak üzere elli altı defa geçen “şehid” kelimesi, bazı yerde “tanık” anlamında, bazı âyetlerde esmâ-i hüsnâdan biri olarakbazılarında ise “Allah’ın iradesine uygun biçimde yaşayan kâmil insan, örnek kişi, önder” mânasında kullanılmıştır

وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِّتَكُونُواْ شُهَدَاء عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا

         “Böylece sizi (Ey Muhammed ümmeti) vasat (orta) bir ümmet yapmışızdır, (ki siz) insanlara karşı(örneklerve)  şâhidler olasınız, bu peygamber de sizin üzerinize tam bir (örnek ve) şahidolsun diye.”[61] 

وَجَاهِدُوا فِي اللَّهِ حَقَّ جِهَادِهِ هُوَ اجْتَبَاكُمْ وَمَا جَعَلَ عَلَيْكُمْ فِي الدِّينِ مِنْ حَرَجٍ مِّلَّةَ أَبِيكُمْ إِبْرَاهِيمَ هُوَ سَمَّاكُمُ الْمُسْلِمينَ مِن قَبْلُ وَفِي هَذَا لِيَكُونَ الرَّسُولُ شَهِيدًا عَلَيْكُمْ وَتَكُونُوا شُهَدَاء عَلَى النَّاسِ فَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ وَاعْتَصِمُوا بِاللَّهِ هُوَ مَوْلَاكُمْ فَنِعْمَ الْمَوْلَى وَنِعْمَ النَّصِيرُ

“Allah uğrunda, hakkını vererek cihad edin. O, sizi seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi; babanız İbrahim'in dininde (de böyleydi). Peygamberin size (örnek, önder ve ) şahit olması, sizin de insanlara (örnek, önder ve) şahit olmanız için, O, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur'an'da) size «müslümanlar» adını verdi. Öyle ise namazı kılın; zekâtı verin ve Allah'a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlânızdır. Ne güzel mevlâdır, ne güzel yardımcıdır!”[62]

 Allah yolunda canını feda ederek şehitlik mertebesini kazanan kimseleri ifade etmek üzere üç âyette  “Şühedâ” yer almakla birlikte kelimenin tekilinin bu mânada kullanıldığına rastlanmaz.

Misal verecek olursak;

وَمَن يُطِعِ اللّهَ وَالرَّسُولَ فَأُوْلَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِم مِّنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاء وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُولَئِكَ رَفِيقًا

“Allah'a ve Peygamber'e itaat edenler var ya, bunlar Allah'ın nimetine eriştirdiği peygamberlerle, Sadıklarla, şehidlerle ve Salihlerle birlikte olurlar. Bunlar ne iyi arkadaşlardır!”[63]

وَالَّذِينَ آمَنُوا بِاللَّهِ وَرُسُلِهِ أُوْلَئِكَ هُمُ الصِّدِّيقُونَ وَالشُّهَدَاء عِندَ رَبِّهِمْ لَهُمْ أَجْرُهُمْ وَنُورُهُمْ وَالَّذِينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِآيَاتِنَا أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْجَحِيمِ

“Allah’a ve Resûllerine inananlar hem Rableri yanında dosdoğru olanlar hem de (Allah için) şehit olanlar/şâhitlikte bulunanlardır. Onların hem mükâfatları, hem de nurları vardır. İnkâr edenler ve âyetlerimizi yalanlayanlar(a gelince), onlar da cehennem ehlidirler.”[64] Ayetlerini misal gösterebiliriz.

 Kıymetli Dostlar!

 Hadislerde de “şehid” kelimesi yukarıda belirtilen anlamlarda sıkça geçtiği gibi, birçok âyette de şehitliğin önemine ve Allah katındaki değerine dikkat çekilmiştir.

 Meselâ,

“Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Zira onlar diridir, fakat siz farkında değilsiniz”[65];

 “Sakın Allah yolunda öldürülenlerin ölü olduklarını sanma! Onlar diridir ve rableri katında rızıklara mazhar olmaktadır”[66]

 “Allah yolunda öldürülenlere gelince Allah onların amellerini zayi etmez (…) Allah onları kendilerine tanıtmış olduğu cennete koyacaktır”[67]

شَهِدَ اللّهُ أَنَّهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ وَالْمَلاَئِكَةُ وَأُوْلُواْ الْعِلْمِ قَآئِمَاً بِالْقِسْطِ لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

“Allah kendisinden başka hiçbir ilâhın olmadığına şehadet etmiş (bildirmiş)tir. Melekler ve (adaletli) ilim sahipleri de dosdoğru (bu gerçeğe iman ve ikrar ile şehadet ettiler). O’ndan başka ilâh yoktur. O, mutlak galip, hüküm ve hikmet sahibidir.”[68]

 Hz. Peygamber’in sav şehitlikle ilgili açıklamaları Hadis Mecmualarında daha çok cihad bölümünün “Fazlü’ş-Şehîd” vb. başlıkları altında bir araya getirilmiştir.

 Bu Hadisi Şeriflerde, Şehid’in:
-Dünyevî amaçla olmayıp yalnız Allah’ın dininin yüceltilmesi için canını feda edenlerin şehid sayıldığı,[69]-Akrabalarından yetmiş kişiye şefaat edebileceği[70]
-Şehid olan kişinin acı çekmeden öldüğü, kanının ilk damlası yere düştüğü anda kul hakları dışında bütün günahlarının affedildiği, şehidin kabir azabı çekmeyeceği, cennetteki makamını göreceği[71]
-Cennete ilk girenlerden olacağı[72]
-Allah katında iyi bir mertebeye erişerek ölen kullar içinden sadece şehidlerin dünyaya dönüp tekrar şehid oluncaya kadar Allah’ın dinini yüceltmek isteyeceği[73]müjdeleri verilmiştir.

Öte yandan bazı hadislerde ise, Allah yolunda ölenlerin dışında da şehid sayılacak kişiler bulunduğu, meselâ:
-Canı, malı, namusu uğrunda[74]
-Veba, kolera gibi bulaşıcı yaygın hastalıklar sebebiyle ölenlere,[75]
Şehid olmayı arzu edip de yatağında vefat edenlere şehid sevabı verileceği[76] belirtilmiştir.

Değerli Cennet Yolcusu Müminler!

 Cihadı anlamadan Şehadeti anlamamız ve yaşamamız mümkün değildir.

 Hz. Ebu Hureyre anlatıyor;

  Peygamberimiz sav şöyle buyurdu: “Kim gaza (Cihad) etmeden veya kendini -niyet olarak- gazaya (Cihada) hazırlamaksızın vefat ederse, nifaktan bir şube üzerinde (münafıklığın bir parçasını kendinde barındırmış olarak) ölür.”[77]

 Hz. Ali'den ra rivayetle Resûlullah Efendimiz sav şöyle buyurmuşlardır:"Namaz îmanın direğidir. Cihad amelin zirvesidir. Zekât ise, bu ikisinin arasında yer alır."[78]

 Muaz İbnu Cebel ra rivayet ediyor:

 "Bir seferde Resulullah sav ile beraberdik. Bir gün yakınına tesadüf ettim ve beraber yürüdük.

"Ey Allah'ın Resulü, beni cehennemden uzaklaştırıp cennete sokacak bir amel söyler misin?!" dedim.

"Mühim bir şey sordun. Bu, Allah'ın kolaylık nasib ettiği kimseye kolaydır; Allah'a ibadet eder, Ona hiçbir şeyi ortak koşmazsın, namaz kılarsın, zekat verirsin, Ramazan orucunu tutarsın, Beytullah'a hacc yaparsın!" buyurdular ve devamla:

"Sana hayır kapılarını göstereyim mi?" dediler.

"Evet ey Allah'ın Resulü." dedim.

"Oruç (cehenneme) perdedir; sadaka hataları yok eder, tıpkı suyun ateşi yok etmesi gibi. Kişinin geceleyin kıldığı namaz salihlerin şiarıdır." buyurdular ve şu ayeti okudular.

تَتَجَافَى جُنُوبُهُمْ عَنِ الْمَضَاجِعِ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ خَوْفًا وَطَمَعًا وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ

"Onlar (gece namazı için) yataklarından kalkarlar, korkarak ve umarak Rablerine yalvarırlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan da (hayır yolunda) harcarlar."[79]

Sonra sordu:"Bu (din) işinin başını, direğini ve zirvesini sana haber vereyim mi?"

"Evet, ey Allah'ın Resulü!" dedim. "Dinle öyleyse" buyurdu ve açıkladı:

"Bu dinin başı İslam'dır, direği namazdır, zirvesi cihaddır!" Sonra şöyle devam buyurdu:

"Sana bütün bunları (tamamlayan) baş amili haber vereyim mi?"

"Evet ey Allah'ın Resulü!" dedim.

"Şuna sahip ol!" dedi ve eliyle diline işaret etti. Ben tekrar sordum:

"Ey Allah'ın Resulü! Biz konuştuklarımızdan sorumlu mu olacağız?"

"Anasız kalasıca Muaz! İnsanları yüzlerinin üstüne -veya burunlarının üstüne - ateşe atan, dilleriyle kazandıklarından başka bir şey midir?"[80]  buyurdular.

 Kıymetli Müminler!

 Şehitlik Kur’an ve Sünnete övülmüş bir mertebedir. Kur’an-ı Kerimde Yüce Rabbimiz şehitliğin önemini bizlere şöyle bildirmektedir.

وَلاَ تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ قُتِلُواْ فِيسَبِيلِ اللّهِ أَمْوَاتاً بَلْ أَحْيَاء عِندَ رَبِّهِمْ يُرْزَقُونَ {} فَرِحِينَبِمَا آتَاهُمُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ وَيَسْتَبْشِرُونَ بِالَّذِينَ لَمْ يَلْحَقُواْبِهِم مِّنْ خَلْفِهِمْ أَلاَّ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ {}يَسْتَبْشِرُونَ بِنِعْمَةٍ مِّنَ اللّهِ وَفَضْلٍ وَأَنَّ اللّهَ لاَ يُضِيعُ أَجْرَالْمُؤْمِنِينَ

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rableri katında Allah’ın, lütfundan kendilerine verdiği nimetlerin sevincini yaşayarak rızıklandırılmaktadırlar. Arkalarından kendilerine ulaşamayan (henüz şehit olmamış) kimselere de hiçbir korku olmayacağına ve onların üzülmeyeceklerine sevinirler. (Şehitler) Allah’ın nimetine, keremine ve Allah’ın, mü’minlerin ecrini zayi etmeyeceğine sevinirler.” [81]

 Sevgili Peygamberimiz birçok hadislerinde şehitliğin önemine vurgu yapmış, şehit  olanların cennette olduklarının müjdesini bizlere bildirmiştir.

 Bir hadislerinde:"Peygamber(ler) cennettedir, şehit(ler) cennettedir, çocuk(lar) cennettedir, diri diri toprağa gömülen kız (çocukları) cennettedir.[82] buyurmaktadır.

 Enes ra’den rivâyet edildiğine göre, Ümmü Hârise İbn Sürâka diye bilinen Ümmü Rübeyyi’ binti Berâ, Efendimiz sav’e gelerek: “Yâ Rasûlallah! Bana Hârise’den[83] haber verir misiniz? Eğer cennette ise sabredeceğim; böyle değilse ona ağlamaya çalışacağım” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz sav: “Ey Ümmü Hârise! Şüphesiz cennetin içinde cennetler vardır; senin oğlun bunların en yücesi olan Firdevs cennetindedir.”[84] Buyurarak, Şehidin annesini müjdelemiştir.

Bir başka hadiste ise Efendimiz, şehitlerin cennetteki durumlarını şöyle tasvir etmiştir.

ما أَحدٌ يدْخُلُ الجنَّة يُحِبُّ أنْ يرْجِعَ إلى الدُّنْيَا ولَه ما على الأرْضِ منْ شَيءٍ إلاَّ الشَّهيدُ ، يتمَنَّى أنْ يَرْجِع إلى الدُّنْيَا ، فَيُقْتَلَ عشْرَ مَرَّاتٍ ، لِما يرى مِنَ الكرامةِ

"Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzündeki her şey kendisinin olsa bile dünyaya geri dönmeyi arzu etmez. Sadece şehit, gördüğü aşırı itibar ve ikram sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve on defa şehit olmayı ister.[85]

 Şehidin amel defteri kapanmaz ve dünyada işlediği güzel ve hayırlı işlerin sevabı da kıyamete kadar devam eder. Şehid, kabirde meleklerin sorgulamalarından ve kabir azâbından muaf tutulur.[86] Bir başka Hadislerinde de;

منْ قُتِل دُونَ مالِهِ فهُو شَهيدٌ ، ومنْ قُتلَ دُونَ دمِهِ فهُو شهيدٌ ، ومن قُتِل دُونَ دِينِهِ فَهو شهيدٌ ، ومنْ قُتِل دُونَ أهْلِهِ فهُو شهيدٌ

"Malı uğrunda öldürülen şehittir; kanı uğrunda öldürülen şehittir; dini uğrunda öldürülen şehittir; ailesi uğrunda öldürülen şehittir."[87] Buyurmuştur.

Kıymetli Müslümanlar!

Şimdi de Fıkıh açısından Şehidliği ve çeşitlerini anlatmaya çalışalım.

 

İslam Fıkhı açısından Şehîdler Üç Kısma ayrılır:

1-                 HAKÎKİ ŞEHÎD:

 

İslâm'ın yücelmesi (îlâ-i kelimetüllah) için hem dünya hem de âhiret itibariyle şehid sayılan kimselere, “şehîd-i kâmil” denir. Bunlar muharebede öldürülenler, yahut âsiler, eşkıyalar, anarşistler veya evinde hırsızlar tarafından gadren[88] ve zulmen öldürülen kimselerdir.

 

Bir müslümanın şehîd-i kâmil sayılabilmesi için 6 şart lâzımdır:

1 - Müslüman olmak. (Cennete gireceği için Sadece Müslümanlara şehid denilir.)[89]

2 - Akıllı olmak.

3 - Bâliğ olmak.

4 - Cünüp olmamak, hayız ve nifas hâlinde bulunmamak.

5 - Vurulmanın akabinde hemen ölmüş olmak.Vurulduktan sonra, ölmeden önce, yeyip içer, tedavi görürse, vurulduğu yerden başka tarafa taşınırsa veya üzerinden bir namaz vakti geçecek kadar yaşarsa, kâmil şehidlik kısmından çıkar. Uhrevî şehîd olur.

6 - Öldürülmüş olmasından dolayı, öldüren kimseye kısas icab etmek. Yani, kasden öldürülmüş olmak. Hatâen öldürülme durumlarında, katile kısas vâcib olmadığı için, maktûl şehîd-i kâmil kısmına girmez.

 

Şehîd-i kâmiller, yıkanmadan kanlı elbiseleri ile gömülürler.Hz. Ömer ile Hz. Ali'de bu şartlardan biri bulunmadığı için yıkandılar; Hz. Osman ise, yıkanmadan gömüldü.Uhud, Bedir ve Çanakkale şehîdleri gibi.

 

2-                 HÜKMÎ ŞEHÎD.

 

Hakîkî şehîdin şartlarından birini taşımaması sebebiyle yıkanıp kefenlenen ve âhiret itibariyle şehit olanlardır. Dünya itibariyle şehid sayılmayan, yani, yıkanıp kefenlenmiş olarak gömülen, fakat âhirette şehid muamelesi gören kimselere “Şehîd-İ Uhrevî”denir.Şehîd-İ Kâmil”olmanın şartlarından birini kaybeden kimseler, bu kısma girerler. Bundan başka şu kimseler de âhiret şehîdi sayılır:

1- Suda boğulan, ateşte yanan ve enkaz altında kalarak ölenler,

2-Veba gibi bulaşıcı hastalıktan yahutSıtma gibi ateşli hastalıktan ölenler,

3-Ciğer hastalıklarından, Baş ağrısından ve Karın ağrısındanölenler,

4-Doğum sırasında veya lohusa iken ölen kadınlar,

5-Akrep, yılan sokması gibi sebeblerle vefat edenler,

6-Ailesinin nafakasını helâlinden kazanmak için çalışırken kazada ölenler.

7-Gurbet ilde vefat edenler.

8-İlim yolunda ölenler.

9-Cuma gecesi ölenler.

 

Sevgili Peygamberimiz sav bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır: "Allah yolunda öldürülmekten başka yedi (tane daha) şehidlik vardır. Taundan ölen şehiddir. Boğularak ölen şehiddir. Karın ağrı­sıyla ölen şehiddir. Yanarak ölen şehiddir. Göçük altında kalarak ölen şehiddir. Doğum üzerine ölen şehiddir."[90]

 

Rasûlullah sav’a bir adam gelerek: “Yâ Rasûlallah! Bir kişi gelip malımı almak isterse ne yapayım?” diye sordu.

Rasûl-i Ekrem: “Ona malını verme!” buyurdu.

Adam: “Benimle savaşmaya kalkarsa ne dersin?” diye sordu.

Efendimiz sav: “Sen de onunla savaş!” cevabını verdi.

Adam: “Adam beni öldürürse?” dedi.

Peygamberimiz sav: “Sen şehid olursun” buyurdu.

Adam: “Peki ben adamı öldürürsem?” deyince,

Efendimiz sav: “O cehennemdedir” buyurdu.[91]

 

3-                 DÜNYA ŞEHÎDİ;

 

Müslümanların yanında savaşırken ölen münafıklardır. Bunlar da yıkanıp kefenlenmeden kanlı elbiseleri ile defnedilir. Ancak îmânları bulunmadığı için ahrette şehîdlik sevabı alamazlar. Şehîdlik, Müslümanlara özgü bir niteliktir. Müslüman olmayanlar şehîd olamazlar.[92]

 

 

ŞEHİDLERİN CENAZE NAMAZLARI:

           

Hanefi Mezhebi hariç, şehidin cenaze namazı kılınmaz.[93]

 

Pek Muhterem Kardeşlerim!

 

GAZİ:

 “Gazi” Dini, vatanı, mukaddes değerleri uğruna savaşan mücahit” anlamına gelmektedir. Ülkemizde ise savaşta başarı kazanan kumandanlara, hatta hükümdarlara şeref unvanı olarak kullanılmıştır.

 Hz. Peygamber'in pek çok hadislerinde “gazi” ve çoğulu “guzât” kelimeleri, Allâh yolunda savaşanlar anlamında kullanılmaktadır.[94]

 Ecdadımız hiçbir zaman esareti kabul etmemiş. Allah rızası için çıktığı savaş meydanlarında ölümü “şehitlik”, sağ kalmayı ise “gazilik” saymıştır. Nitekim  Kur’an-ı Kerim’de bu hususta şöyle buyrulmaktadır.

قُلْ هَلْ تَرَبَّصُونَ بِنَا إِلاَّ إِحْدَى الْحُسْنَيَيْنِ

"De ki: Bize iki iyilikten, (gazilik ve şehitlikten) başka bir şeyin gelmesini mi bekliyorsunuz?"[95] Sevgili Peygamberimiz bir hadislerinde gazilik unvanını almış insanlara şu müjdeyi vermektedir. 

ما مِنْ مَكلوم يُكْلَمُ في سبيل اللَّه إلاَّ جاءَ يَوْمَ القِيامةِ ، وكَلْمُهُ يَدْمِي : اللوْنُ لونُ دمٍ والريحُ رِيحُ مِسْكٍ

"Allah yolunda yaralanan bir kimse, kıyamet gününde yarasından kan akarak Allah'ın huzuruna gelir. Rengi, kan rengi, kokusu ise misk kokusudur."[96]

 Rabbim bütün Şehid ve Gazilerimize rahmeti ile muamele eylesin. Amin!

Hz. Peygamber Efendimiz gece uykusunu terk ederek nöbet bekleyenleri şu şekilde müjdelemektedir.

عيْنَانِ لا تَمسُّهُمَا النَّارُ : عيْنٌ بكَت مِنْ خَشْيةِ اللَّهِ ، وعيْنٌ باتَت تحْرُسُ في سبِيلِ اللَّهِ

"İki göze cehennem ateşi dokunmaz: Allah korkusundan ağlayan göz ve Allah yolunda nöbet bekleyerek geceleyen göz."[97] Bir başka hadiste şöyle buyrulmaktadır. "Allah yolunda hudutta bir gün nöbet tutmak, başka yerlerde bin gün nöbet tutmaktan daha hayırlıdır."[98]

 Yeri gelmişken Akif’in şu mısralarını söylemeden geçemeyeceğim;

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hâyasızca akın.
Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın...
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

 Bastığın yerleri "toprak!" diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyâları alsan da, bu cennet vatanı.

 

Aziz Müminler!

ALLAH YOLUNUN ÖNDER VE ÖRNEKLERİ

 Vaazımıza, Çanakkale’ye ruh ve istikamet veren, tarihimizden birkaç örnekle devam edelim.

 v Abdullah Bin Revaha Mute Savaşında[99](Hicri

              Hicret’in 8. Senesinde Efendimiz sav çevredeki Devlet Yöneticilerini İslama tebliğ için Elçiler göndermişti. Hâris bin Umeyr’i de bir mektupla Rum kay­serine göndermiş, Şam valilerinden Şurahbil bin Amr tara­fından şehit edilmişti. Umeyr’in şehit edilmesi, Peygamberimizin çok ağırına gitmiş, hemen 3000 kişilik bir ordu hazırlamış, Zeyd bin Hârise’yi de kumandan tayin etmişti. Zeyd şehit olursa, Câfer bin Ebî Tâlib kumandayı ele alacak, o da şehit olursa orduyu Abdullah bin Revâha kumanda edecekti.

Mücahitler, Şurahbil’in ka­labalık ve silahlarla donatılmış bir ordu hazırladığını haber alınca, durumu görüşmek üzere iki gece oturdular. Zeyd bin Hârise ra, mücahitlerin görüşleri­ni sordu. Mücahitlerden bazısı Rumlarla karşılaşmaktan vazgeçip memleket­lerine akın yapmayı, bazısı da durumu Resû­lul­lah’a bildirerek yardım talebinde bulunmayı tavsiye ettiler.

                Abdullah b. Revaha Mutede Mücahidleri Coşturuyor:

 Savaşmaktan çekinen İslam Ordusuna, Abdullah bin Revaha çok veciz bir konuşma yaptı:

“Ey kavmim! Vallahi sizin şimdi istememiş olduğunuz şey, arzulayıp elde etmek için sefere çıktığınız şehitliktir. Biz insanlarla ne sayıca, ne silahça, ne de at ve süvarice çokluk olduğumuz için değil, Allah’ın bizi şereflendirmiş olduğu şu din kuvvetiyle savaşıyoruz. Gidiniz, savaşınız! Bunda muhakkak ki iki iyi­likten biri, ya zafer ya da şehit­lik vardır. Vallahi Bedir Savaşı’nda yanımızda iki at, Uhud Savaşı gününde de bir tek at bulunuyordu. Eğer bu seferimizde düş­mana galip gelmek kaderde varsa, zaten Allah’ın ve Peygamberimizin bize vaa­di de böyledir. Allah vaadinden vazgeçmez. Eğer kaderde şehitlik varsa, böyle­ce cennetlerde kardeşlerimize kavuşmuş oluruz.”

 Abdullah bin Revâha’nın bu konuşması, mücahitleri cesaretlendirdi:

“Revâha’nın oğlu doğru söylüyor.” dediler ve yollarına devam ettiler.

              Abdullah Bin Ravaha’nın Hem Nefsi İle Hemde Kafir’lerle Olan Cihadı

 Abdullah bin Revâha kendi kendine:

“Ben herhâlde geriye, ailemin yanına dönmeyeceğim. Umarım ki şehit olacağım!” diyordu.

           Nihayet iki ordu Mute’de karşılaştı ve birbirleriyle kıyasıya çarpışmaya baş­ladılar. Zeyd şehit oldu, sancağı hemen Câfer aldı. Câfer şehit oldu, sancağı Abdullah bin Revâha aldı. Abdullah bin Revâha sancağı eline alınca, atının üze­rinde düşmana doğru ilerledi. Bunu yaparken, nefsini kendisine boyun eğdir­meye ve bazı tereddütlerini gidermeye çalışıyordu:   

 “Ey nefsim! Ben, seni kendime boyun eğdireceğim, diye yemin ettim. Sen bu­na ya kendiliğinden razı olursun ya da bunu sana zorla kabul ettiririm! Görüyo­rum ki, sen cennetten pek hoşlanmıyorsun. Yıllar uzayıp gittiği hâlde sen hâlâ tatmin olmamışsın.

Ey nefsim! Sen şimdi öldürülmesen, ölmeyecek misin? İşte ölüm sana geldi çattı. Arzu etmediğin şey sana verilecektir. Eğer o iki kişinin yaptıklarını yapar, şehitliği tercih edersen, doğru bir iş yapmış olursun; eğer ge­cikirsen bedbaht olursun…”

 Abdullah bin Revâha böyle diyerek çarpışıyordu. Bu sırada parmağı yaralan­dı. Yaralanan parmağı, kılıç sallamasına engel oluyordu. Atından yere indi, ya­ralı parmağını ayağının altına aldı ve:

               “Sen sadece kanayan bir parmak değil mi­sin? Bu kazaya da Allah yanında uğramış bulunuyorsun.” diyerek çekip kopardı. Nefsinin tereddüdünü hâlâ giderememişti. Son olarak şunları söyledi:

 

“Ey nefis! Şehit olmaktan seni çekindiren, sakındıran, hangi şeylerdir?

-Eğer çekingenliğin hanımından mahrum kalmaktan ileri geliyorsa, o üç talakla bo­şanmıştır.

-Kölelerinden mahrum kalmaktan ileri geliyorsa, onlar azat edilmiş­tir.

-Yok eğer bakımsız, verimsiz hâle gelmiş bahçenden bostanından ileri geliyorsa, o, Allah ve Resûlüne bırakılmıştır.”

               Bütün gücüyle savaşmaya başlayan Abdullah bin Revâha, mızrakla yaralan­dı, yere yıkıldı. Çok geçmeden, kaldırıldığı yerde can verdi.

 Allah Şefaatlerine nail eylesin. Amin!

 

v Târık Bin Ziyâd:

 711 yılının Mayıs ayında yedi bin kişilik ordusu ile İspanya’yı fethetmek üzere bugün kendi ismi ile anılan Cebel-i Tarık boğazını geçti. Askerlerinin geriye dönüş ümidini kırmak için bütün gemilerini yaktırdı. Sonra ordusuna hitaben tarihi bir konuşma yaptı.

“İşte, önümüzde düşman, arkamızda deniz, zaferden başka kurtuluş yolu yoktur.” dedi.

 

v Selâhaddin Eyyûbî:

 

İki bin kişilik Ordusuyla, Haçlı orduları ve Müttefiki Münafık Fatımi ordularına pusuya düşürmek için, hiç kimsenin geçmeye cesâret edemediği Tih Sahrası'ndan geçerek, gizlice arkadan yaklaşan Selâhaddin Eyyûbî, otuz bin kişilik düşman ordusunu görünce ümitsizliğe düşen askerlerine hitâben, onları teskin edecek şu mânidar konuşmayı yapıyordu:

“Askerlerim!..

Bilin ki ölüm, Allâh'ın huzûruna varmaktır. Dinini ve imânını müdâfaa yolunda şehâdete erenlerin, doğrudan doğruya cennetlik olduğundan hepiniz haberdardır. Şâyet rahatımızı düşünüyor olsaydık bize yakışan burada değil, karılarımızın ve çocuklarımızın yanında olurduk!

Düşmanın az ya da çok olması bizi yolumuzdan aslâ alıkoyamaz! Şimdi siz, kaçmak zilletine düçâr olmayı mı, yoksa şehîd olmayı mı arzu edersiniz? Allah'ın yardımı şüphesiz ki bizimledir; O dinine hizmet edene mutlakâ zafer verir!..”[100]

Selahaddin Eyyübi’nin Cenazesi:

Bu büyük Sultan vefat ettiğinde, Başveziri Şam sokaklarında dellâl gezdirerek şöyle bağırtmıştı:

“Ey ahali! Bilmiş olunuz ki, Mısır’ın, Sudan’ın, Libya’nın, Filistin’in, Şam’ın, Halep’in, Musul’un, Hicaz’ın ve daha nice ülkelerin hükümdarı olan Sultan Selâhaddîn Eyyubî vefat etmiş ve Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Şahsî parası cenaze masraflarına yetişmediği için bunlar yakınları ve dostları tarafından karşılanmıştır.”

v Abdülkerim Satuk Buğra Han:

 

İlk müslüman Türk hükümdârı olan ve müslüman olduktan sonra “Abdülkerim” adını alan Satuk Buğra Han, Kaşgar yakınlarında inşâ edilen yeni bir kilisenin önünde beklerken, Nasr bin Ahmed ona kiliseyi göstererek; “Burası şimdi puthane olarak yapılıyor amma, yakında sen onu mescide çevirirsin!” demişti. Nasr'ın bu sözünden çok etkilenen Satuk Buğra Han, bir müddet düşündükten sonra Allah-u Teâlâ'ya yönelerek, şöyle dua yapmıştı:

“Ey benim ulu Allah'ım!..

Eğer sen bana kâfirlere ve sana imân etmeyenlere karşı yardım eder de, beni din-i İslâm'ın yayılmasına ve Senin İsm-i şerîf'inin yücelmesine vesîle kılarsan; şüphesiz ki ben bu puthaneyi mescid yapacağım! Orada ancak senin kulların, sana kulluk için toplanacaklar. Sana ibâdet edebilmek için orada bir mihrap, seni zikretmek için orada bir minber kuracağım; sonra, sırf senin rızâsını kazanmak için, orada ezanı ben okuyacak, namazı da ben kıldıracağım!”[101]

 

v Sultan Alparslan:

 Selçuklu Sultânı Alparslan, Malazgirt Meydan Muhârebesi öncesi Anadolu’yu İslâm yurdu hâline getirmek ve fethe hazırlamak gâyesiyle hıristiyanların elinde bulunan Kars ve Ani kalelerini kuşatmış ve savaş öncesi askerlerine şu tarihi konuşmayı yapmıştır:

Kars ve Ani kalelerini Kuşatma Öncesindeki Hitabeti:

Yiğitlerim!.. Bahâdırlarım!.. Sizin gibi kahraman erlerin hükümdârı olduğum için övünç duyar ve Allah-u Teâlâ’ya hamd ederim! Tahta ilk çıktığımda, yurdun ufkunu saran ihtilâl bulutlarını kılınçlarınızın parlak kıvılcımları ile def’ edib, vatanın bütünlüğünü sağlamış idiniz. Bugün de âlem-i İslâm, karşımızdaki düşmana Allah-u Teâlâ’nın dinini tebliğ etmemizi ve bu yolda, cihad-ı fî sebîli’llah uğrunda çarpışmamızı bekliyor! O hâlde hem bi-hakkın vatanı muhâfaza ve hem de i’lâ-yı Kelimetullâh gibi iki kudsî vazîfeyi îfâ etme şerefi şimdi bize düştü!..

Düşmanımız kalabalık, kal’aları muhkem ise de; onların, siz gibi gazâ meydanlarında pişmiş, şehîd olma aşkı ile yanan mücâhidlerin ilk hücûmuna dahî dayanamayacağını bilirim. Zira onlar vatanlarını değil, hayatlarını kurtarma derdinde olan birtakım korkaklardan başka bir şey değildirler! Sizler ise hayâtın gelip geçen bir gölge olduğunu, asıl şerefin Allah yolunda cihad ederek can vermek olduğunu hakkıyla bilen yiğitlerisiniz!

İşte bu sultânınız, Allah-u Teâlâ’nın şerefli ismiyle adımını gazâ meydanına atıyor. Ben şu kılıncı tutan elim tâkatten kesilinceye kadar çarpışacağım! Dinini, vatanını, sultânını seven ardımca gelsin!..”[102]

 Malazgirt Meydan Savaşı:

 Zamânın İslâm halîfesi Kâim bi-Emri’llâh, 26 Ağustos 1071 Cumâ günü iki yüz bin kişilik hristiyan Bizans ordusuyla karşı karşıya gelecek olan Sultan Alparslan adına bir duâ metni hazırlamış ve bu duâ metnini[103] Malazgirt Meydan Muhârebesi’nden önce, mescidlerde okutmak üzere yeryüzündeki bütün müslüman devletlere yollamıştı.

Cuma namazından sonra Sultan Alparslan, ordusuna şöyle hitap etti:

  -Kumandanlarım, askerlerim! Biz ne kadar az olursak olalım, onlar ne kadar çok olursa olsunlar, daha fazla bekleyemeyiz. Bütün Müslümanların minberlerde bizim için dua ettiği şu saatlerde kendimi düşman üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer olur gayeme ulaşırım, ya şehit olur cennete girerim.

 Büyük bir inançla söylenen bu heyecanlı sözlere askerler hep bir ağızdan:

  -Ey Yüce Sultan! Her zaman senin emrinde ve seninle olacağız, nereye gidersen oraya gideceğiz, diye haykırdılar.

Sultanın üzerinde beyaz bir elbise vardı. Düşmana hücum etmeden önce son söz olarak askerlerine şunları söyledi:“İşte şehitlik kefenim, savaş meydanında ölürsem beni bu elbise ile gömersiniz.”

 

v Sultan Sancar’ın Bizans İmparatoruna Mektubu:

 

Müslüman Esirlerin Serbest Bırakılması:

 

Alparslan'ın şehâdetinden sonra tahta geçen Sultan Melikşâh, küffarla yapılan mücâdeleyi kararlılıkla devâm ettirmiş ve bu yolda canını seve seve fedâ etmekten çekinmemiş; oğlu Sultan Sancar da şehîd babası Melikşah'ın mîrâsını üstlenerek, “İ'lâ-yı Kelimetullah” uğrunda ölünceye kadar gazâya devam etmişti.

 Nitekim Meyyâfârikîn[104] şehrindeki elli bin müslümanı esir eden Bizans imparatoru'na esirleri serbest bırakması için gönderdiği mektupta, Sultan Sancar imparatorun şahsında bütün kâfirlere şöyle hitap etmekteydi:

“Duydum ki müslümanların illerini istilâ edip, zulm ile onlardan kimini esir etmişsin, kimini de kılıçtan geçirip mallarını yağma etmişsin. Şeytanın ektiği mağrûriyet tohumu sana bu işin sonunu hiç düşündürmemiş!

 Bizim Peygamber'imiz Allah-u Teâlâ'nın emriyle hakkı ortaya koydu; bütün âlem karanlığa gömülmüşken O'nun inâyetiyle çok geçmeden, bu dinin izleri cihanşümûl olup doğuyu ve batıyı tuttu. Hulefâ-i râşidin zamânında diyar-ı Rûm'a ve Abhaz'a kadar varıp, ehl-i İslâm'ın eli oraları dahî buldu. Onlara karşı koyanların hepsi kahr-u perîşân oldular; kaç kerre ordu kurup kasd ettilerse de mukâvemete muvaffak olamadılar!

 Zira Âyet-i kerime'de şöyle buyuruldu:

يُرِيدُونَ لِيُطْفِؤُوا نُورَ اللَّهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَاللَّهُ مُتِمُّ نُورِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ

“Onlar Allah'ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Hâlbuki kâfirler istemeseler de Allah nûrunu tamamlayacaktır!” (Saff, 61/

 Her asırda bunun misli hâdiseler zuhûr etmiş, babam Sultan Melikşah dahî kendinden öncekiler gibi onu tatbik etmiştir. İslâm'a kasteden ermeni ve rumların kılıncımızdaki kanı hâlâ kurumamıştır! Elhamdülillâh ki, bugün kudret ve askerimiz mâzîye nisbetle daha çoktur, doğudan batıya kadar her yer hükmümüze râm olmuştur!

 Şimdi ise, esirlerin yardım mektubunu okuyunca derhâl yüzümüzü rum'a çevirdik ve şöyle karar verdik: İslâm'ın ve Hakk Teâlâ'nın hakkı için, rum kayseri şâyet esirleri bir bir teslim etmezse, İslâm memleketlerinden her ne almışsa geriye iâde etmez ve kusûrunu bildirmezse, erlerimiz tâ ki rum sınırına dek; Türkistan, Hindistan, Arabistan, Şam ve diğer illerdeki hıristiyanları kılınçtan geçireler, bütün kilise ve mâbedlerini yerle bir edeler!

 Ve buyurdum ki; doğudan batıya kadar, denizde ve karada, büyük Sind, Hind, Türk ve Acem orduları dahî Rum tarafına gideler; denizleri ve dağları satvetleriyle[105] titreteler! Sonra da Kostantîniyye'yi bizim mülkümüz kılalar, rum askerinden hayatta tek bir ferd dahî komayalar! Millet-i İslâm'ın alâmeti olan mescid ve minberleri, Allah'ın inâyetiyle rumların içlerine kazıyalar!

 Hakk Teâlâ'nın izzet ve celâli, Muhammed Aleyhisselâm'ın hürmeti ve babam şehîd Sultan Melikşah hakkı için yemîn ederim ki; buyurduğum hâl üzere esirlerin hepsi illerine ve memleketlerine gerisingeri iâde edilmezse, tek bir çocuk dahî istisnâ edilirse; bu yazdıklarımın hepsini mutlakâ yapar, bunu âlemlere bir ibret kılar, Meyyâfârikîn'den Kostantîniyye'ye varıncaya kadar her yanı birbirine katarım!”[106]

Sultan Sancar'ın mektubunu alan Bizans imparatoru, elindeki müslüman esirleri derhâl serbest bırakmış ve Selçuklu Sultânı'na kendisini affetirmek için türlü türlü hediyeler göndermiştir.

v Osman Gâzî (1299-1326):

 1281 yılında babasının vefatı üzerine tahta çıkan Osman Gazi, kırküç yıl devleti idare etmiştir.

Şeyh Edebaliyi ziyarete geldiği ilk gece  odasının duvarında asılı bulunan Kur’an-ı Kerim’e hürmet ve edebinden uzanıp yatamamış, sabaha kadar uyuyamamıştı.

 Yaşadığı müddetçe Allahın rızasını ön planda tutan, Osmanlı Devleti'nin kurucusu ve ilk hükümdarı olan Osman Gâzi, ölüm döşeğinde, oğlu Orhan Gâzî'ye şu nasihatları yapmıştır:

 “Allah'ın buyruğundan gayrı iş işlemeyesin. Bilmediğini şeriat ulemâsından sorup anlayasın. İyice bilmeyince bir işe başlamayasın. Sana itaat edenleri hoş tutasın. Askerine in'am ve ihsanı eksik etmeyesin ki, insan ancak gördüğü ihsânın kuludur. Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir. Cihadı terk etmeyerek beni şâd et! Ulemâya riâyet eyle ki, şeriat işleri nizam bulsun. Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl[107] ve hilm göster. Askerine ve malına gurur getirip şeriat ehlinden uzaklaşma!

Bizim maksadımız kuru bir kavga ve cihangirlik dâvâsı değildir. Yolumuz Allah yoludur, maksadımız Allah'ın dinini yaymaktır.”[108]

Osman Gâzî'nin beraberindeki gâzîler için Osmanlı tarihçisi Ahmedî tarafından yazılmış bir şiir:


“Oldu Osman bir ulu Gâzî ki, ol
Nereye vardı ise buldu yol
Her yana verirdi bir bölük eri,
Ki, il vuralar; katledeler kâfiri!..

Durmadı her yana asker saldı ol
Az zamânda çok vilâyet aldı ol,
Kâfiri yıkıp, yakıp ol nâmdâr[109]
Bursa ve İznik'i eyledi hisâr.”[110]

 

v                   Orhan Gâzi (1326-1362):

 Osmanlı Devleti’ni beylikten hanlığa çıkaran, ikinci hükümdârı olan Orhan Gâzî de, vefâtına yakın, yerine geçecek olan oğlu Murad Hüdâvendigâr’a şöyle vasiyette bulunmuştur:

Ey Oğul!.. Saltanatının ihtişâmına mağrur olma... Unutma ki dünya, Süleyman Aleyhisselâm’a dahî kalmamıştır; onun bile tahtı âkıbet-vîrân olmuştur. Dünya saltanatı zaten hep fânîdîr. Şunu da unutmayasın ki; dünya saltanatı geçicidir, lâkin büyük bir fırsattır. Allah yolunda hizmet ve Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz’in şefâatine mazhariyyet için, bu fırsatı iyi değerlendiresin! Dünyaya âhiret ölçüsüyle baktığında, ebedî saâdeti fedâ etmeye değmediğini göreceksin!..

Ey Oğul!.. Rumeli hıristiyanları rahat durmayacaktır! Öyleyse sen o cânibe doğru yürü!.. Kostantîniyye’yi ya fethet, yâhud fethe hazırla! Anadolu’da gâile çıkmaz ise, Rumeli işini çok rahat halledersin...

Cennet-mekân babam gâzî Osman Han, Söğüt ve Domaniç’ten ibaret bulunan bir avuç toprağı, iş bu siyâset ile az zamanda kudretli bir beylik kıldı; biz ise bi-izni’llâh, beyliği hanlığa ikmâl eyledik. Sen daha da öteye götürmelisin!..

Osmanlı’ya iki kıt’a üzerinde hükmetmek yetmez!.. Zira i’lâ-yı Kelimetullâh dâvâsı, iki kıt’aya sığmayacak kadar ulu bir dâvâdır! Selçuklu’nun vârisi biz olduğumuz gibi, Roma’nın vârisi de biziz!..

Oğul!.. Kur’ân-ı Kerîm’in hükmünden ayrılma! Adâletle hükmet!.. Gâzîleri gözet... Dine hizmet edenlere hizmet etmeyi kendin için şeref bil!.. Zâlimleri cezalandırmakta sakın ola tereddüt göstermeyesin! Adâletin en kötüsü geç tecellî edenidir. Sonunda hüküm isâbetli dahî olsa, geciken adâlet de bir bakıma zulümdür!

Oğul!.. Biz yolun sonuna geldik, sen daha başındasın! Cenâb-ı Mevlâ saltanatını mübârek kılsın!..”[111]

v                     Sultan Murad Hüdavendigâr (1362-1389):

 

Orhan Gâzi'den sonra tahta geçen Sultan Murad Han, 37 muharebeye bizzat katılmış, 27 yıl devleti yönetmiştir.Sırp kumandan Lazar Hrebelyanoviç’in yönettiği Haçlı Ordusuna karşı yapılan Kosova Savaşı (1388) öncesi gece karanlığında, gözyaşları içinde secdeye kapanıp, Allah-u Teâlâ'ya cân-u gönülden şöyle yalvarmıştı:

 “İlâhî! Seyyid'im! Sahib'im!

 Bunca kerre huzûrunda duâmı kabûl edip beni mahrum etmedin, yine benim duâmı kabûl eyle! Bir yağmur verip, bu karanlığı ve tozu def' edip âlemi aydınlık kıl, tâ ki kâfir askerini gözümüz ile görüp, yüz yüze cenk edelim.

Yâ ilâhî! Mülk ve kul senindir, sen kime istersen verirsin. Ben dahî bir nâçiz, âciz bir kulunum. Benim fikrimi ve esrârımı sen bilirsin. Mülk ve mâl benim maksûdum değildir. Bu araya “kul-karavâş”[112]için gelmedim, hemen hâlis ve muhlis senin rızânı isterim.

Yâ Rabb! beni bu müslümanlara kurbân eyle, tek bu müminleri küffar elinde mağlûp edip helâk eyleme!

Yâ İlâhî! Bunca nüfûsun katline beni sebeb eyleme! Bunları mansûr ve muzaffer eyle! Bunlar için ben cânımı kurbân ederim, tek Sen kabûl eyle! Asker-i İslâm için rûhumu teslîme râzıyım. Tek bu müminlerin ölümünü bana gösterme!

 İlâhî! beni civârında misâfir edip, müminler rûhuna benim rûhumu fedâ kıl! Evvelce beni gâzî kılmışdın, şimdi şehâdet nasîb kıl!”[113]

 Canı Gönülden yapılan bu dualar karşılıksız kalmamış, Allah’ın İzniyle küffar orduları darmadağan olumuş, İslam Ordusu haçlılar karşısında büyük bir zafer kazanmıştır. Savaş bitmiş ve Padişah savaş meydanında gezerken, yaralı bir Sırplı asker tarafından şehid edilmiştir. Böylece O’nun duası da kabul olmuştur.

 

v                  Yıldırım Bayezid (1389-1402):

 

Birinci Kosova Savaşı öncesi Sultan Murad Hüdavendigâr, kâfirlerin çokluğu karşısında oğlu şehzâde Yıldırım Bayezid'e;

 “Ey ciğer köşem, bu kâfirle uğraşmak hakkında sen ne tedbîr edersin? Zira ben bu kâfirin askerini bu kadar tasavvur etmezken, sayısının bizim askerimizle kıyâsı dahî yokdur. Biz kendi askerimizin önüne deve tutalım mı, yoksa şöyle yüz yüze gazâya duruşalım mı?” diye fikrini sorunca; Şehzâde Bayezid hünkâr babasına, tarihe altın harflerle geçen şu cevabı vermişti:

 “Hünkâr'ın fikrine bizim tedbîrimiz ermez! Amma bîçâreye şöyle gelir ki; nice yıldır kâfirle cenk ederiz, hiç önümüze deve tutmadık, şimdi dahî tutmayız! Kâfirin askeri ne denli çok ise, Hakk'ın inâyeti de İslâm'ladır. Eğer Hakk Te'âlâ'dan inâyet olursa, yalnız ben kulun bu kâfirin işini tamâm ederim! Zira devlet ve akıl ki bir kişiye yâr ola, zâhir olan budur ki Hakk'ın inâyeti onunladır. Şimdiye dek her cenkte mansûr ve muzaffer olduk. Şimdiden sonra dahî gam yeme! Yine nusret, Hakk'ın yardımıyla senindir. Hele ki ben hiç “teşvîş”[114] çekmem, eğer öldürürsek sa'îd ölürsek şehîd oluruz!”[115]

 

Çünkü o, şu Âyet-i Kerimelere gönülden inanmıştı:

وَلَمَّا رَأَى الْمُؤْمِنُونَ الْأَحْزَابَ قَالُوا هَذَا مَا وَعَدَنَا اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَصَدَقَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَمَا زَادَهُمْ إِلَّا إِيمَانًا وَتَسْلِيمًا*مِنَ الْمُؤْمِنِينَ رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللَّهَ عَلَيْهِ فَمِنْهُم مَّن قَضَى نَحْبَهُ وَمِنْهُم مَّن يَنتَظِرُ وَمَا بَدَّلُوا تَبْدِيلًا

“Müminler ise, düşman birliklerini gördüklerinde: İşte Allah ve Resûlü'nün bize vâdettiği! Allah ve Resûlü doğru söylemiştir, dediler. Bu (orduların gelişi), onların ancak imanlarını ve Allah'a bağlılıklarını arttırdı.”*“Müminler içinde öyle erler vardır ki, onlar Allah'a vermiş oldukları ahde sadâkat gösterirler. Onlardan kimi bu uğurda canını fedâ etti, kimi de bu şerefi beklemektedir. Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir.”[116]

 Aziz Müminler!

 Aşağıda anlatacağımız olay da Yıldırım Bayezid Han’ınDostuna ve düşmanına Allahın cc beyan ettiği şekilde davrandığının isbatıdır.

 Allahü Taala buyurdu ki:

مُّحَمَّدٌ رَّسُولُ اللَّهِ وَالَّذِينَ مَعَهُ أَشِدَّاء عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَاء بَيْنَهُمْ

“Muhammed Allah'ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler…” 

 Başta Vatikan ve Bizans olmak üzere, papa ve tüm haçlı devletleri birleşerek, Türkler'i Anadolu'dan kovma ve eski vatanlarına yeniden kavuşma hayâliyle Niğbolu'da Yıldırım Bayezid'in karşısına çıkmışlar; ancak savaş başladıktan henüz birkaç saat sonra büyük bir yenilgiye uğramışlardı. Savaşın ardından birçok hıristiyan şövalyesi ve asilzâdesi esir alınmıştı ki; bunların arasında Fransızlar'ın “Korkusuz (!) Jean” adını taktıkları, çok güvendikleri meşhur şövalyeleri de vardı.

Yıldırım Bayezid, hıristiyan asilzâde ve şövalyelerinin hepsini fidye karşılığında serbest bırakıp da, Jean ve arkadaşları; “Şu andan itibâren Sultan Bayezid'e karşı savaşmayacağımıza, ona karşı bir daha silâh kullanmayacağımıza dâir nâmusumuz ve şerefimiz üzerine yemin ediyoruz!” deyince Yıldırım Bayezid, beklenmedik bir şekilde sür'atle ayağa kalkarak onlara şöyle der:

“Avrupa'da 'Korkusuz' nâmıyle tanınan Jean'a ve mâiyyetine derim ki;

Bana karşı silâh kullanmayacağınıza dâir ettiğiniz yeminleri size iâde ediyorum! İsterseniz gidin, yeniden ordular toplayın ve tekrar üzerimize gelin! Bana bir kerre daha zafer kazanmak imkânını sağlamış olursunuz. Zira ben dünyâya, Allah-u Teâlâ'nın dinini cihana yaymak ve O'nun rızâsını aramaktan başka bir şey için gelmedim!..”[117]

 v                           Fâtih Sultan Mehmed (1451-1481):

         Fâtih Sultan Mehmed Han İstanbul'u küffarın elinden almayı murâd edince Dîvân meclisinin Edirne'de toplanmasını emredip, fethe kesin olarak niyet ve azmettiğini devlet adamlarına bildirmek istemişti. Ancak Akşemseddinks, Molla Gürânîra ve Zağanos Paşa gibi zâtlar Peygamberî müjdeye ermesi için pâdişâha destek olurken,

 Bizans imparatoruyla öteden beri dost olan Çandarlı Halil Paşa küffarla işbirliği ettiği için taraftarlarıyla birlikte: “Hünkârım, sen o surların yüksekliğini bilir misin? Kostantîniyye'yi fethetmek göğü fethetmek gibidir, Anka kuşunu avlamak gibidir! Ve ondan fetih ummak, şeytandan hayır ummağa benzer!” gibi sözlerle, olanca güçleriyle pâdişâha köstek olmaya çalışıyorlardı.[118]

 Tacîzâde Câfer Çelebi'nin ifadesine göre; işbirlikçi Çandarlı ve taraftarlarının muhâlefetine rağmen, Fâtih Sultan Mehmed Han Edirne'de topladığı dîvân meclisinde, İstanbul'u fethetme yönündeki azîm ve karârından vazgeçmeyeceğini etrâfındakilere şöyle açıklamıştı:

“Allah en basit ve âdî bir şeyin hâsıl olmasını murâd etse, kâinâtın cümlesi hilâfına gayret eyleseler faydası olmaz! Yine gâyet basit bir işi de murâd buyurmuş olmasa, cümle âlem imkân vermeğe kasd eylese zafer bulamaz! Bu hususta i'timâdım ne mâl ve mülk bolluğuna, ne ordu ve cengâver fazlalığına, ne de harb ve savaş âletlerinin çokluğunadır; bilâkis, ancak Hakk'ın lûtfuna ve inâyetinedir! Aslî gâyem dahî, Islâm'ın esaslarını izhâr edip açığa çıkarmaktan gayrısı değildir!

 Eğer o kalenin benim elimde feth olması takdîr olmuş ola; burç ve hisârları taş ve toprakdan değil de, sâfî demirden dahî olsa, hışm ve kahrımın ateşiyle onu mum gibi eritip yumşâğ eylerim!

 Ve eğer Hakk'ın murâdı şu türlü dahî olursa ki: “Kişi her istediğine erişemez, rüzgârlar her zaman gemilerin yönünce esmez!”; belki Cenâb-ı Bârî'nin beni niyyetimle sevablandırması âşikârdır. Amma hâşâ, Ol Kerîm Pâdişâh'ın nihayetsiz lûtfu ki, bir âcîz bendesi niyyet-i hâlisa ile bir hayrı murâd edip de Cenâb'ına teveccüh eyleye, O onu mahrûm ve ümidsiz eylemez!”[119]

 

Tâcizâde Ca'fer Çelebi'nin “Mahrûse'-i İstanbul Fethnâmesi”nde naklettiği üzere; Fâtih Sultan Mehmed Han İstanbul'u fethedeceği gün seher vaktinde Allah-u Teâlâ'ya yalvararak, asıl gâyesinin O'nun yolunda cihad edip, hıristiyanlığın çirkin ve sapık akîdesini kökünden kazımak olduğunu dergâh-ı Ulûhiyyet'e şöyle arzetmişti:

 Fatihin Fetih Öncesindeki Duası:

 “İlâhî! Ey Hâlık! Ey Melik! Alîmlerin Alîm'i pâdişahsın, her şeyden haberdârsın ki, çirkef hasım ve alçak düşman; “De ki: O Allah bir tekdir. Allah Samed'dir; her şey O'na muhtaç, O hiçbir şeye muhtaç değildir.” Âyet'i, Vahdâniyyet'i gün gibi izhâr ederken; “Doğurmamış, doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi ve benzeri değildir.” kelimesi, Zât-ı mukaddes'ine denk ve benzer olmadığın ulu bir sadâ ile bildirir ve haber verir iken; hepsini külliyyen inkâr eyleyip, kadın ve erkek ve hısım nisbetin edip, 'üçün üçüncüsü' isnâd eyleyen zâlimlerdir. İsâ zamânı tamâm olalıdan beri, Cibrîl'in nüzûlüne ve vârid ve tenzîl kılınan vahye ikrâr etmeyip; 'Mesih de, mukarreb melekler de Allah'a kul olmaktan aslâ çekinmezler'[120] buyruğunu tasdîk etmeyen dinsizlerdendir. Pâk olmayan asılları: “Benden sonra gelecek, ismi Ahmed olan bir Peygamber'i size müjdelerim!'[121] Âyet'ini İncîl yapraklarından giderip, kendileri dahî; 'Biz evvelki atalarımızdan bunu işitmedik!'[122] fikrini bahane edinip; 'Siz de, atalarınız da apaçık dalâlettesiniz!'[123]hitâbıyla muhâtap olan sefîllerdendir. Ben âcizin dahî maksadı: 'Allah'a imân etmeyenlerle savaşın!'[124]emrine imtisâl etmekle; 'Allah yolunda nasıl cihad etmek lâzım geliyorsa; öylece, hakkıyla cihad edin!'[125]zümresinden sayılıp, elimden geldikçe sana lâyık amelde bulunmaya gayret etmekdir. İrâde senin, kudret senin, inâyet senin, kuvvet senin! 'Bizim uğrumuzda, bizim için mücâdele edenlere elbette yollarımızı gösteririz!'[126]ilâhî müjdesi mucibince benden taleb ve ricâ, Sen'den tevfîk ve rızâ!..”[127]

 Fâtih Sultan Mehmed Han bu niyâzını:

وَلَمَّا بَرَزُواْ لِجَالُوتَ وَجُنُودِهِ قَالُواْ رَبَّنَا أَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَثَبِّتْ أَقْدَامَنَا وَانصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ

“Câlût ve askerleriyle savaşa tutuştuklarında: Ey Rabb'imiz! Üzerimize sabır yağdır! Ayaklarımıza sebat (bize direnme gücü) ver! O kâfirler gürûhuna karşı bize yardım et!”[128] Âyet-i kerime'si ile tamamlamıştı.

 Fâtih'in Gayesi

 Hükümdarlığının yanısıra aynı zamanda usta bir şâir de olan Fatih Sultan mehmet, “Avnî” mahlâsıyla şiirinde kendi amacını şöyle dile getirmiştir:

             İmtisâl-i câhidû fi’llâh olupdur niyyetüm,
            Din-i İslâm’ın mücerred gayretidür gayretüm.


Fazl-ı Hakk-u himmet-i cünd-i ricâlullâh ile,

Ehl-i küfrü ser-tâ-ser kahreylemekdür niyyetüm.

Enbiyâ-vü evliyâya istinâdum var benüm,
Lûtf-i Hakk’dandur hemân ümmîd-i feth-u nusretim.


 Nefs-ü mâl ile n’ola kılsam cihanda ictihâd?

Hamd-ü li’llâh var gazâya sad-hezârân-ı rağbetüm.

            Ey Mehemmed! Mu’cizât-ı Ahmed-i Muhtâr ile,
            Umaram gâlib ola a’dâ-yı dine devletüm.

 

v Yavuz Sultan Selim (1512-1520):

 1512 yılında tahta geçen Yavuz Sultan selim, 29 Ağustos 1516'da Hilafeti Abbasi soyundan Osmanlı Soyuna devraldı. Yavuz Sultan Selim, Ayasofya Camii'nde yapılan bir törenle, son Abbasi halifesi Üçüncü Mütevekkil'den (kendi deyimiyle Hâdim-i Haremeyn-i Şerifeyn) Haremeyn-i Şerifeyn, yani Mekke ve Medine'nin hizmetkârı ünvanını devralarak bütün Müslümanların dini ve siyasi lideri oldu. Rivayete göre, Üçüncü Mütevekkil kürsüye çıkıp, Halifeliği Osmanlı Padişahı Sultan Selim Han'a devrettiğini açıkladı. Sırtındaki cübbeyi Yavuz'a elleriyle giydirdi. Halifelik nişanlarından sayılan kılıcı elleriyle Yavuz'un beline bağladı. Yavuz Sultan Selim, o andan itibaren Müslümanların dini ve dünyevi lideri oldu. Artık yalnız padişah olarak değil, "Halife"olarak da anılacaktı ve ondan sonra gelen tüm padişahlar aynı zamanda halife de olacaklardı.

 Cihan hükümdârı, Arap ve Acem sultânı Yavuz Sultan Selim Han, Arabistan ve Mısır taraflarındaki seferlerini tamamlayıp İslâm birliğini kurduktan sonra, küffar beldelerini de İslâm topraklarına katmaya azmetmişti.

Yavuz Sultan Selim Han dedesi Fâtih zamânında İslâm beldesi hâline getirilen Bosna'da, bâzı sinsi papazların gizliden gizliye kiliseler açıp, yolların kenarına haçlar diktiklerini ve olup biteni başka devletlere bildirdiklerini haber almış; bu gibi fetbazlıklara meydan vermemek için, ihanet ve nankörlüğe kalkışanların hakkından gelinmesini emreden şu kanunu çıkarmıştı:

Bâzı yerlerde eski kâfir zamânından beri kilise olmayan yerlerde kilise ihdâs olunmuş ve evvelki defterde dahî kilise yazılmayan yerlerde yeni kiliseler inşâ olunmuş. Onun gibi yeni ihdâs olunan kiliseler yıktırılıp ve içinde oturup, câsusluk edip küffar diyarına haber eden keferenin ve papazların muhkem haklarından geline ve siyâsetler oluna! Ve yollarda haçlar konulmuş, yıktırılıp bundan sonra etdirmeyeler ve edenlere siyâset oluna! Ve hangi kâdının kâdîlığında olup da men‘-ü def‘ etmezse azline sebeb ola!..”[129]

 Yavuz Sultan Selim Han’ın Kıyafeti ve Kılıcı:

 Yavuz Sultan Selim pek sade giyinirdi. Bunun sebebini soranlara: “Süslü ve şa’şaalı giyinmek külfetten başka bir şey değildir. Niçin boş yere bu külfete katlanalım?” derdi.

 Bir elbiseyi eskiyene kadar giyerdi. Bütün devlet erkânı da böyle davranmak mecburiyetinde kalırdı. Bir defasında Venedik elçisinin İstanbul’a gelip huzuruna çıkacağı haberi geldi. Bunun üzerine vezirler, üzerlerindeki hayli eskimiş elbiseleri değiştirme ihtiyacı hissederek sadrazam aracılığıyla durumu Yavuz’a tedirginlikle de olsa bildirdiler. Yavuz hiç kızmadı ve: “Münasiptir!..” dedi.

 Elçinin geleceği gün bütün vezirler, yeni esvaplarıyla padişahın huzuruna vardılar. Ancak gördüklerine inanamayarak dehşetli bir hayrete düştüler. Zira Yavuz’un üzerinde yine o eski elbiseleri vardı. Tahtında oturmuş, keskin kılıcını çekip tahtın basamağına koymuştu. Karşı pencereden vuran gün ışığı altında parıltısı gözleri kamaştırıyordu. Bu durum karşısında bütün vezirler, üzerlerindeki görkemli elbiselerden utanıp şaşkın bir vaziyette kaldılar.

 Görüşme bitip elçi dışarı çıktıktan sonra Yavuz, sadrazama bakarak:

 “-Paşa! Var elçiye sor, bizi nasıl bulmuşlar?” dedi.

Sadrazam, Padişah’ın emrini yerine getirip döndü ve elçinin intibâını nakletti:

“-Sultanım! Venedik elçisi: ‘O kılıcın parıltısı gözümü öyle aldı ki, kendilerini göremedim bile...’demektedir.”

 

Yavuz, tebessüm etti ve sadrazama şehâdet parmağı ile kılıcı göstererek:

“-İşte kılıcımızın ağzı kestikçe, kâfirin gözü ondan asla ayrılamaz ve bizi görmez!Ama Allah esirgesin, bir gün kesmez olur ve parlamazsa, o zaman küffâr, bizi hem hor görür, hem de tepeden bakar!...” dedi.

  v Kanûnî Sultan Süleyman (1520-1566):

 26 yaşında Tahta çıkan ve 46 yıl Ümmetin Halifesi olan Kanûnî Sultan Süleyman Han, Halep'teki bazı mescidlerin çevresinin yahudi evleriyle dolduğunu, dolayısıyla mescidlerin namaz kılınmaya elverişsiz bir hâle geldiğini duymuş; Halep beylerbeyine yahudi evlerini derhal müminlere istimlâk etmesini emrederek, yahudilerin taarruzuna bir daha kesinlikle meydan verilmemesini tembih buyurmuştu:

 “Haleb Beylerbeyi’ne ve Kadısı’na hüküm ki;

 Mektub gönderip Haleb’in mahallelerinde bulunan mescid–i şerîf'lerin etrafında olan yahudîler tâ'ifesi, yol üzerini mülk ve ihâtâ edip, müslümânların meskeni olacak evler kalmamak ile namaz edâ olunamayıp, yahudîlerin evlerini zikr etmeleriyle, evvelki emrim mûcibince müslümânlara alınan on yedi aded evden maadâ altı mescidin etrâfını yahudî tâifesi ihâta edip, namazın edâ olunması için lüzumlu olan otuz dört aded evin müslümanlara satılıp, defteri Südde-i sa'âdet’ime (sarayıma) göndermişler. Şimdi, zikr olunan evler müslümânlar elinde kalmış olup, yahudîler hak ve taarruz eyledikte emredip buyurdum ki, alınan evler müslümânların ellerinde kalıp, bundan sonra bir yolla yahudî tâ'ifesine aldırılmayıp ve Âsitane'-i sa'âdet'imden (İstanbul'dan) bir yolla hüküm dahi çıkarıp varırlarsa, bundan sonra işitdirmeyip, hükümleri ellerinden alıp, mühürleyip Südde-i sa'âdet’ime gönderesin; Hükm-i şerîf'imin sûretini de sicill-i mahsûsa kayd eyleyesin!”[130]

 Kanuni Fransadaki Dans Oyununu Bir Mektupla kaldırıyor:

 Fransada kadınlı Erkekli karışık dans denilen bir oyunun oynanmaya başladığını duyan Kanuni, zamanın Fransa Kralına şu mektubu yazar:

 Ey fransa kralı fransuva! Sefirim Kebirimden aldığım mazhara göre malumatım oldu ki, memleketinde dans namında Ala Mele İnnas Fuhşiyyat ve Lubiyat yapıyormuşsun...

İş bu Name-i Humayunumun eline vusulünden itibaren bu mel'anet rezalete son vermediğin takdirde, Ordu-yu Humayunumla gelip seni kahretmeye muktedir olurum.

Ve Kanuni'nin bu mektubundan sonra Fransa'da 100 yıl dans edilmediği söylenir.

v Barbaros Hayreddin Paşa’nın Kâfirleri Dost Edinen Münâfıklara Duyduğu Öfke

 Cezâyir'de bulunan Tlimsan bölgesi beyinin kardeşi kaçmış ve İspanya kralı ile gizlice anlaşmıştı. İspanya kralı, “Hükümdarlığa sen ondan daha lâyıksın!” gibi sözlerle ve çeşitli vaadlerle sırtını sıvazladı; emrine bol miktarda silâh ve büyük bir donanma vererek bölgeyi zorla işgâl etmesini sağladı.

Bu çirkin durum Barbaros'un kulağına ulaşınca, kendisini durumdan haberdâr eden elçilere hitâben şöyle dedi:

“Beyinize söyleyin, mürtedlikden vazgeçip tecdîd-i imân eylesin! Kâfire kul olmaktan tevbe'-i istiğfâr kılıp hâlis-muhlis mümin olsun! Kâfirden ayrılsın! Onlarla ittifak müslüman olana büyük isyândır, dinine ve dünyâsına zarardır. Ol müslümanlara iyi mu'âmele eylesin, biz de ona hüsn-i kabûl gösterelim. Şâyet inad ve muhâlefet ederse, Hakk'ın inâyeti ile elimden kurtulması çok zordur!”[131]

Barbaros ve askerleri, kısa bir zaman zarfında bölgeyi tamâmen ele geçirdiler. Başlarındaki münâfığın küffârla işbirliği etmesinden tiksinen bölge halkı ve peşindeki askerlerin birçoğu da, saflarını terkederek Osmanlı ordusuna katıldılar.

v Sultan Dördüncü Mehmed (1648-1687):

Hattâ bir defâsında Fransız büyükelçisi Lâhe, hükümdarlarının İspanyollar'dan bir şehri zaptettiğini övünerek Sadrâzam'a söylemiş, böylece onu sevindireceğini ve savaşa girmeye iknâ edeceğini zannetmişti. Ancak Köprülü elçinin sözlerine hiç mi hiç iltifat etmeyip;

“Köpek domuzu, domuz köpeği dalamış neme gerek? Tek pâdişahımın işleri yolunda gitsin, bana lâzım olan odur!” cevabını verdi.[132]

v Sultan Üçüncü Osman (1754-1757):

 Osmanlı Devlet hukûkuna göre; kâfirlerin yayılmalarını ve devlette çoğunluk sağlamalarını önlemek için, müslüman bir kimsenin evini veyâ arsasını kâfirlere satması kesin olarak yasaklanmıştı. Zira böyle bir durumda; kâfirlerin o yerde zamanla söz sahibi olması ve İslâm'ın yavaş yavaş ortadan kalkıp küfrün yerleşmesi ihtimali vardı.

Nitekim Sultan Üçüncü Osman da, öteden beri ciddî bir tedbir olarak uygulanan bu kanunun ihlâl edildiğini duymuş ve bu mühim kanunun tatbiki hususunda çok dikkatli davranılmasını emir buyurmuştur:

“Hâssa bostancıbaşısına hüküm ki;

Râbi'â adlı hâtun huzûruma arz-u hâl edip, mülkiyyet veyâhud vakfiyyet üzre, ehl-i İslâm illerinde tasarruflarında bulunup müslümanların yurdu bulunan menzillerin ve evlerin sahiblerinden biri menzilini ve boş arsasını bırakıp satmak murâd eyledikde, yine ehl-i İslâm'dan birine satıp ehl-i İslâm'a mahsûs evlerin ve arsanın hıristiyanlardan gerek zımmî, gerek başkasına satılması şer'an men' ve yasak olup, bunun hilâfına hareket edenler men' ve engel olunmak lâzım iken, yakın zamânda kefereden ba'zıları kendi vatanlarını terk ve İstanbul hâricinde bulunan Kavağ'a varınca, boğazın iki tarafı sâhillerinde ve İstanbul ve çevresinden ehl-i İslâm'a mahsus evler ve menziller ve boş arsalar satın alma ve ta'mîr ve binâ etme ile, Tevhîd nûru ve Rabb-i Mecîd'e ibâdet ile münevver olan Tevhîd ehlinin evlerinin müşriklerin ellerine girmesi şerî'at-ı mutahhara'ya muhâlif bir fi'l-i münkerdir...”

“İmdi, sen ki ismi zikrolunan bostancıbaşısın, sen dahî bu hususa ihtimâm ve dikkat ve bundan sonra İstanbul hâricinde ve çevresinde ve boğazın iki tarafı sâhillerinde ehl-i İslâm'dan bulunan büyük ve küçük vakf ve mülk evleri ve menzilleri ve boş arsasını, hıristiyanlardan gerek zimmet ehline ve sâire bir yol ile satdırılmayıp, umûmî bir men' ile men' ve def' olunup ve dâ'imâ tahkîk ve câsûslukdan uzak olmayarak, bundan sonra bu misilli evler ve boş arsa satılmış olduğu haber verildiği ânda, kefere ellerinden alınıp ve kurtarılıp ve şerî'at ma'rifetiyle evvelki sahibine zabt etdirmeğe veyâhud ehl-i İslâm'dan tâlib olanlara değer-i pahasıyla verdirerek bu güzel nizâmın devâm ve bekâsına ziyâde ihtimâm edesin ve yazılan ulu emrime mugâyir harekete cesâret edenleri haber aldığında derhâl vezîrin katına bildiresin.”[133]

Sultan Üçüncü Osman Han müslümanların yaptıkları binâları, yahudi ve hıristiyanların yaptıkları binâlardan iki zıra' (Osmanlı’da kullanılan bir uzunluk ölçüsü) daha yüksek yapmalarını emrederek şöyle buyurmuştu:

“İstanbul ve Galata ve Üsküdar kâdîlarına hüküm ki:

İstanbul ve Galata ve Üsküdar ve çevresinde bulunan yanmış ve gerek yıkılmış olan menziller ashâbı yeni binâ murâd eylediklerinde, ehl-i İslâm'ın mesken tutacağı menzillerin boydan yüksekliği on iki zıra' ve kefere ve yahûdî mesken tutacak menzilin boydan yüksekliği on zıra' olmak üzre, bundan evvel nizâm verilmişken; menziller ashâbından ba'zıları gizlice bir yol ile mahalleler aralarında nizâma mugâyir binâya başlamak ve evvelce verilen nizâmın ihlâline sebeb olmalarıyla, bundan evvel verilen nizâm üzere, ehl-i İslâm'ın mesken tutacağı menzillerin boydan yüksekliği on iki zıra' ve kefere ve yahûdî mesken tutacak menzilin; gerek ashâbı müslüman olsun ve gerek kefere ve yahûdî olsun, boydan yüksekliği on zira' olup, hilâfına rızâ ve cevâz gösterilmemek bâbında, bin yüz kırk altı senesi Rebî'u'l-Evvel'i ortalarında, evvelki pâdişâh -merhûm ve mağfûrun leh- Sultan Mahmûd Han zamânında verilen emr-i şerîf yenilenmek bâbında, hâlâ hâssa mi'marbaşı olan Süleymân -zîde mecduhû- arz-u hâliyle tamam ve Dîvân-ı hümâyûn'da muhâfaza olunan hükümlerin kayıdlarına mürâca'ât olundukda, söylenen minvâl üzere emr-i şerîf verildiği kayıtlı bulunduğundan, evvelce sâdır olan emr-i şerîf mûcebince amel olunmak için yazılmışdır.”[134] 

v Birinci Abdülhamid Han (1774-1789):

 Sultan Birinci Abdülhamid Han Osmanlı Devleti'nin içinde yaşadığı hâlde, küffarla gizli-kapaklı görüşmeler yapan ve hıristiyan tebaaya el altından isyan tohumları ekmeye kalkışan Fener Rum patriğine, şu tehdîdinin kesin olarak iletilmesini emir buyurmuştu:

“Hâtır-ı hümâyûnuma gelen, rum patrîkine şu mutlakâ tenbîh olsa ki;

'Eğer sizden râ'iyyeti (gözetilmeyi) kabûl eden re'âyâdan (gözetim altındakilerden) birisi kefere tarafına gider ise, evvelâ seni kilise kapısına asar ve sonra o re'âyâ semtinin papası(nı) îdam ve o re'âyâ elimize girer ise beraberindekiler ile beraber katl olunur ve kiliseniz yerle bir olunur!'” [135]

v İkinci Abdülhamid Han (1876-1909):

 Sultan İkinci Abdülhamid Han döneminde, Osmanlı Devleti'nin Ermenî fesâdı ile uğraşmasını ve gerek mâlî, gerekse siyâsî bakımdan sıkıntılı ve buhranlı bir dönem yaşamasını fırsat bilen siyonist lider Theodor Hertzl, pâdişâhın huzûruna beş kez elçi göndererek; yahudilerin Filistin'den toprak almalarına izin verdiği takdirde, Osmanlı Devleti'nin bütün dış borçlarını kapatmayı, hattâ beraberinde küllî bir miktar da para yardımında bulunmayı teklîf etmişti.

Şu kadar var ki pâdişah, bunun İslâm’ı küfrün karşısında tahkir etmek ve milyonlarca müslümanın katline fetvâ vermek anlamına geldiğini çok iyi bildiğinden, onların bu çirkin isteklerini şiddetli ve kesin bir dille reddediyor; Osmanlı topraklarını pây-mâl etme niyetine dayanan bu çirkin oyunu bozarak, bu sinsi yahudiye gür bir sesle;

Ben onlara bir karış dahî toprak vermem! Zira bu vatan bana değil, Osmanlı milleti’ne aittir! Benim milletim bu vatanı kanlarını dökerek kazanmışlardır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan, tekrar kanlarımızla örteriz!... Bu ülke ancak bizim cesedlerimiz parçalanarak taksîm edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına aslâ müsaade etmem!..” diyerek, gönderdiği çapulcular heyetini huzûrundan kovuyordu.[136]

Çünkü onun dedeleri o toprakları, küffar tarafından yağma ve pây-mâl edilsin diye fethetmemişler; bilâkis din-i İslâm'ın cihana yayılmasını ve küfrün ortadan kakmasını gâye edinerek, binbir türlü zorluk ve güçlükle ele geçirmişlerdi. Binâenaleyh Osmanlı'nın kanla ve kılıçla aldığı toprakları, kupkuru bir kâfir hayranlığı uğruna küffara pervâsızca teslim etmeye kalkışmak, dinimize ve vatanımıza bugüne kadar yapılmış en çirkin ihanettir!

Halbu ki ulu Hâkan bu çirkin plânının önünü kesmek için çıkardığı İrâde-i seniyye'sinde, Avrupa’daki kâfir devletlerin dahî topraklarından kovduğu, ileride bir yahudi devleti kurmak için sinsice Osmanlı topraklarına yerleşmeye kalkışan bu murdar kâfirleri gerisingeri Amerika’ya dönmeye zorlamış ve bir İslâm beldesi olan Filistin’den toprak satın almalarını şiddetle yasaklamıştı:

“Yıldız Sarây-ı Hümâyûnu, Baş Kitâbet Dâiresi:

Beyrut vilâyeti dâhilinde, Safed kasabasında bulunan ve Hayfa’ya dört yüz kırk ecnebî mûsevînin dâvetleri yönüyle Devlet-i Âliyye tâbi'iliğine kabûlleri, aydınlatılması lüzumlu ta’zîm elini uzatmış olan 20 Zilhicce 1308 târihli ulu sadâret makamının tezkeresi, ulu gözleri tarafından görülmüş oldu. Mûsevîlerin Kudûs civârında toplanmaları ve iskân etmeleri, ileride orada bir mûsevî hükûmetin teşekkülü ile netîcelendirmek gibi abes işleri nedeniyle, kat’â câiz olmakdan başka; zâten memâlik-i Şâhâne (pâdişâhın memleketleri) boş arâzîden sayılmadığına ve Avrupa’lıların dahî memleketlerinden tardetdikleri şahısların memâlik-i Şâhâne’ye kabûlüne bir sebeb olmayıp, hususiyle ortada bir Ermenî fesâdı mevcûd iken bu sûret aslâ câiz olmayacağına nazaran, ne zikredilenlerin ne de sâir mûsevîlerin kabûl olunmayarak, Amerika’da iskân etmek üzere geri gönderilmeleri maksadıyla, bundan sonra ayrı ayrı arzedilmeye ihtiyaç kalmayacak sûretde, meclîs-i Vükelâ’ca umûmî bir karâr ortaya konmasıyla, bir kayıt ile arz ve istenilen iznin keyfiyyeti, Cenâb-ı Hilâfet-penâhî’nin irâde-i seniyye'sinin gereklerinden bulunmuş ve binâenaleyh ulu sadâret makamları takımının tezkeresiyle iâde edilmiş olduğundan, o bâbda emîr ve fermân, emir yetkisi kendisine âit olan Hazret’indir

Sultan Abdülhamid Han tahttan indirildikten sonra Birinci Dünya Savaşı'nın karanlık günlerine şâhid olmuş; Selânik'te kendisine tahsis edilen Alâtini köşkü'nde otururken, aldığı felâket haberleriyle günden güne sararıp solmuştu.

Vatanperver pâdişah “Hâtırât”ında, yaşadığı bu felâket anlarından birini şöyle anlatır:

“Allah-u Teâlâ bana bu günleri göstereceğine keşke canımı alsaydı! Seccâdeyi serdim, namaza durdum. Gözlerimden sel gibi gözyaşı akıyordu. Tâ sabaha kadar secdeden başımı kaldırmadım; 'Yâ Rabbî! Sen devletimi eşkıyânın şerrinden koru! Yâ Rabbî, Sen'den başka mesnedimiz kalmamıştır! Yâ Rabbî, ne olur bana başka felâket gösterme! Dîn-i mübîn-i İslâm'ı küffar elinde kahrolmakdan ancak sen kurtarabilirsin!' diye yalvarıyordum.”[137]

Nitekim bir geceyarısı, köşkün kapısının hızlı hızlı vurulduğunu farketmişti. Aşağıya indi, gelen kişinin muhâfız kumandanı Râsim Bey olduğunu anladı. Kapının daha gerisinden ikinci haznedar kalfanın sesi geliyordu.

Sultan Abdülhamid Han kapıyı açtıktan sonra bu zâtlarla arasında geçen konuşmayı, hüzün dolu bir üslûpla şöyle nakleder:

“Fesübhânallah! Gecenin bu saatinde Râsim Bey'in bana söyleyecek nesi olabilirdi? Hemen kalkıp giyindim, bitişik odaya geçip Rasim Bey'i kabul ettim. Mahzun ve perişan bir hâli vardı.

'- Hayırdır İnşaallah Râsim Bey! Neyiniz var?' dedim. Üzüntü içinde konuştu:

'- Zât-ı hümâyûn’unuzu rahatsız etdim, beni mâzur görünüz! Dört düvelle harp hâlinde olduğumuzu söylemem gerekiyor da...'

'- Dört düvelle mi? Kim bunlar Râsim Bey, hemen Allah-u Teâlâ Ordu-yı hümâyûn'a nusret ve kuvvet versin! İnşaallah zafer bizimdir!'

Râsim bey başını yere eğmiş, ağlayacak gibi konuşuyordu:

'- Yunanistan, Bulgaristan, Karadağ ve Sırbistan'la Hâkan'ım.. Ve.. Maalesef yenilmek üzereyiz!..'

Bu sözleri duyduğum an kahroldum:

'- Dört düvel birleşir de bizim nasıl haberimiz olmaz Râsim Bey?' dedim, 'Bu nasıl bir gafletdir? Bu devletler birleşemezlerdi!.. Aralarında kilise kavgaları vardı! Yıllar yılı süregelen Makedonya boğuşmasını hatırlamıyor musun?'

'- Kiliseler kanununu çıkararak, Meclis-i mebusan ve Âyan bu ihtilâfı hal' etdi. Başımıza bu işlerin açılacağını kim bilebilirdi ki?..'

“‘Ben’ diye bağırmak geldi içimden... Acı bir lokma gibi sözümü yuttum. Zihnim durmuş, içime baygınlık çökmüşdü.”[138]   

  Sultan İkinci Abdülhamid'in, İçindeki Vatan Sevgisinin Büyüklüğünü Gösteren Sözleri

Sultan Abdülhamid Han Râsim Bey'le geceyarısı Selânik'teki Alâtini köşkü'nde konuşurken, Râsim Bey kendisine; “Selânik bugün-yarın düşmek üzere. Sizi İstanbul'a götürecekler. Bunu hemen size haber vermek için emir aldım!” deyince, Sultan Abdülhamid Han büyük bir üzüntü ve öfke içinde ayağa kalkarak şöyle haykırdı:

“Râsim Bey, Râsim Bey! Selânik demek, İstanbul'un anahtarı demektir! Ordumuz nerede, askerimiz nerede? Nasıl bırakıp da gidilir?.. Bırakıp gidersek, târih ve ecdâd bizim yüzümüze tükürmez mi? Birâderim Hazretleri buranın tahliyesine râzı mı oldu? Hayır, ben râzı değilim!.. Yetmiş yaşında olduğuma bakmayınız; bana bir tüfek verin, asker evlâdlarımla berâber ben Selânik'i son nefesime kadar koruyacağım!”

Sultan Abdülhamid Han bu sözleri söyledikten sonra birdenbire yere düşmüş; Rasim Bey eski pâdişâhı ancak, yüzüne gül kokuları serperek kendine getirebilmişti.[139]  

v Beşinci Mehmed (Reşad) (1909-1918):

Son Osmanlı pâdişâhı Mehmed Vâhideddin'den önce tahta çıkan Sultan Mehmed Reşad Han, Birinci Dünya Savaşı öncesi küffarla çarpışmak üzere cepheye gitmek için yol açıkan asker evlâtlarına, “Cihâd-ı ekber” metninden sonra okunmak üzere şu mânidar fermânı yollamıştı:

 “Kahraman askerlerim!..

Din-i mübîn'imize, vatan-ı azîz'imize kasteden düşmanlara açtığımız bu mübârek gazâ ve cihad yolunda bir an azîm ve sebâttan, fedakârlıktan ayrılmayınız! Düşmana arslanlar gibi savlet ediniz! Zira hem devletimizin, hem fetvâ-yı şerîfe ile cihad-ı ekbere dâvet ettiğim üçyüz milyon ehl-i İslâm'ın hayât-ı bekâsı sizlerin muzafferiyyetinize bağlıdır. Mescidlerde, Kâbetullâh'ta Huzûr-u Rabbü'l-âlemîn'e kemâl-i gayret ve huşû ile yönelmiş üçyüz milyon ma’sûm ve mazlûm mü'minin kalbinin duâ ve temennileri sizinle beraberdir.

 Asker evlâdlarım!..

            Bugün üzerinize yüklenen vazîfe şimdiye kadar dünyada hiçbir orduya nasîb olmamışdır. Bu vazifeyi ifâ ederken bir vakitler dünyayı titretmiş olan Osmanlı ordularının hayırlı halefleri olduğunuzu gösteriniz ki, din ve devlet düşmanları, bir daha mukaddes topraklarımıza ayak atmağa, Peygamber Aleyhisselâm’ın nûrlu kabir yerini ihtivâ eden mübârek Hicaz arâzîsinde istirâhatini ihlâle cür'et edemesin! Dinini, vatanını, asker nâmusunu silâhı ile müdâfaa etmeyi, Pâdişah'ı uğrunda ölümü göze almayı bilir bir Osmanlı ordu ve donanması mevcûd olduğunu düşmanlara te’sir edecek bir sûretde gösteriniz!..

              Hakk ve adâlet bizde, zulüm ve kötülük düşmanlarımızda olduğundan, düşmanlarımızı kahretmek için Cenâb-ı Âdil-i Mutlak'ın Samedânî inâyeti ve Peygamber-i Zîşân'ımızın ma'nevî imdâdı bize yâr-u yâver olacağında şüphe yokdur. Bu cihaddan mâzîsinin zarârlarını telâfî eden şanlı ve kuvvetli bir devlet olarak çıkacağımıza emînim. Şehîdlerimiz şühedâ-yı sâlifeye (geçmişteki şehidlere) zafer müjdesi götürsün; sağ kalanlarımızın ise gazâsı mübârek, kılıcı keskin olsun!..”

İşte Osmanlı pâdişahlarının “İ'lâ-yı Kelimetullâh” uğrunda gösterdikleri azim ve gayret, küffâra karşı gösterdikleri sertlik ve nefret bu kadar çoktu. Aradan uzun asırların geçmiş olması onların küffâra duydukları nefretten hiçbir şey eksiltmiyordu. Zira onlar, aradan asırlar da geçse değişmesi mümkün olmayan ilâhî hükme göre hareket ediyordu.

 Ey Reşad! Şükür secdesine kapanıp du'â eyle, çünkü Hüdâ İslam mülküne dâimâ emniyet verdi!”).[140]

v Seyyid Kutub (1906-1966)

 

“Mü'minlerden öyle adamlar vardır ki, Allah'a verdikleri söze sadık kaldılar. Onlardan kimi (Allah yolunda şehid edilmek suretiyle) adağını yerine getirdi, kimi de (şehid olmayı) beklemektedir. (Ahidlerinde) hiçbir değişiklik yapmamışlardır"[141]   

 Allahım bizi bu Âyeti Kerimenin sırrına mazhar olan, ecrini görenlerden eyle. Âmîn!

15 yıl hapis cezası alan ve hapiste kaldığı sürece çok ağır işkencelere uğrayan Kutub, 1954 ve 1964 yılları arasında kaldığı hapishanede, tüm zorluklara rağmen Fi Zilâl'il-Kur'an ile Müslümanların düşünce dünyasında çığır açan Yoldaki İşaretler adlı eserini kaleme almayı başardı.

Bir tefsir çalışması olan Fi Zilal'il Kur'an'da vahyin mesajını yaşadığı çağ ile irtibatlandırarak, Kur'an'ın hayata yol gösteren rehber bir kitap olduğunu izah eden ve insanları Kur'an'ın gölgesinde bir hayata çağıran Seyyid Kutub, Yoldaki İşaretler kitabıyla da İslam düşüncesinde yeni bir dönemin işaretçisi oldu.

Kutub, cahiliye karanlığında bir meşale olan Yoldaki İşaretler'de Kur'an temelli bir akidenin ve yalnızca bu akidenin hayat verdiği İslami hareketin, İslam toplumunun yeniden inşası için önemli bir adım olduğunu söylüyordu. Şayet bu çağrının Mısır halkında güçlü bir şekilde yankılanmasına fırsat olsaydı, tarihin başka bir istikamet kazanması ihtimali yüksekti.

1965 yılında, Yoldaki İşaretler'de yer alan düşüncelerinin kendisi için nasıl bir tehdit oluşturduğunu fark eden Abdülnasır'ın emriyle Seyyid Kutub tekrar tutuklandı ve mahkeme sonunda idamına karar verildi.

Hapis ve işkence döneminin yeniden başladığı bu süreçte, Abdünnasır, özür dilediği takdirde Seyyid Kutub'u affedeceğini söylüyordu, hatta bunun için ailesini dahi baskı altına alıyordu ama 60 yaşında olmasına ve türlü işkencelere rağmen, Seyyid Kutub davasından vazgeçmedi ve Nasır'ın teklifine karşı şu tarihi cevabını verdi: "Eğer Allah kanunu ile mahkum edilmişsem ben Hakk'ın hükmüne razıyım. Eğer batıl kanunlarla mahkûm olmuşsam ondan çok daha üstün bir düşünceye sahip olduğum için batıldan ve münafıklardan merhamet dilemem. Allah'a şükürler olsun ki on beş sene cihad ettikten sonra bu mertebeye ulaştım. Ben Allah yolunda yaptığım iş için asla özür dilemem. Namazda Allah'ın birliğine şehadet eden parmağım asla bir tağutun hükmünü onaylayan tek bir harf bile yazmayacaktır."

Müslümanlara her türlü cahiliyeden koparak Kur'an'a dönmeleri çağrısında bulunduğu Yoldaki İşaretler, bir bakıma Seyyid Kutub'un idam fermanı oldu.

İnfaz kararı 29 Ağustos 1966'da uygulanan Seyyid Kutub, vahye şahitliğini şehitlik mertebesine taşırken, geride bıraktığı eserleri ve düşünceleri ile İslami mücadele yolunda önemli bir işaretçi olarak yerini alıyordu… (Haksöz / Ajanslar)

ÇANAKKALE SAVAŞI

Çanakkale Deniz Savaşları, 19 Şubat 1915’te başlayıp, 18 Mart 1915 te sona erdi. İngiliz, Fransız, Avustralya, Yeni Zelanda ve diğer bazı sömürge ülkelere ait askerler 25 Nisan 1915 günü karadan çıkarma yapmaya başladılar. Kara savaşları, 9 Ocak 1916 tarihinden itibaren Kefere Ordularının tamamı Çanakkaleyi terk etmişlerdir. 250 bin civarında şehide karşılık İman küfre bir kez daha galip gelmiştir.

 Aziz Müminler!

 Şimdi Gelelim Çanakkaleye.

 Ki bu savaş, Halifesinin Bütün bir Ümmete yaptığı son Cihat çağrısı ile Küffara karşı yapılan son cihaddır.

 ((Birinci Dünya Harbinin Almanya ve müttefikleri ile İngiltere ve müttefikleri arasında cereyan ettiği malumdur. Osmanlı Devleti, Almanya tarafında olarak harbe katıldı. Bizim için savaş hali, 2 Kasım 1914'te Rusya'nın harp ilan etmesiyle başladı ve 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi ile sona erdi. Savaş dört yıl sürdü. Bu zaman içinde Osmanlı ordusu yedi cephede çarpıştı: Kafkas, Irak, Suriye ve Filistin, Çanakkale, Romanya, Makedonya, Hicaz ve Yemen.

 Rusya'nın bize harp ilan etmesinden bir gün sonra, zaten boğazın dışında beklemekte olan İngiliz harp gemileri Çanakkale Boğazı'nın girişindeki mevzileri bombardıman ettiler. Bu taarruz ile Çanakkale cephesi açılmış oldu.

 İngilizler ve Fransızlar Çanakkale'den geçerek İstanbul'a ulaşmak ve Osmanlı Devleti'nin başşehrini ele geçirerek onu harp harici bırakmak istiyorlardı. Böylece Almanya, bu müttefikinden mahrum bırakılacak, Rusya'ya ve doğudaki itilaf ordularına yardım yapılabilecek ve en mühimi kendilerinin doğudaki müstemlekeleri emniyet altına alınmış olacaktı.

 İngiltere, Fransa ve Rusya'ya karşı zafer kazanmış ve basında müslümanların Halifesinin bulunduğu bir Osmanlı devletinin varlığının manası düşünülürse-ki bu, dünyadaki bütün müslmanların istiklallerine kavuşmaları demekti-İngiltere ve Fransa'nın bu savaşa verdikleri önemin sebebi derhal anlaşılır.

 

v Cihad-I Mukaddes İlanı[142]

 Osmanlı Devletinin başkanı aynı zamanda dünyadaki bütün müslümanların reisi olarak "halifelik" makamında bulunuyordu. Osmanlının karşısında savaşmakta bulunan üç büyük düşman ise, neredeyse bütün müslüman memleketleri müstemlekeleri olarak idareleri altında tutuyor ve bir çoğunu da bil fiil işgal etmiş bulunuyorlardı. Dolayısıyla bu savaş, Osmanlı Devletinin Rusya ile bir "son hesaplaşması" olduğu gibi, aynı zamanda "esir müslümanları kurtarma savaşı" idi.

 Bunun için Osmanlı Devleti idarecileri, Şeyhülislam Hayrı Efendi'nin "Bütün müslümanlara cihadın farz olduğunu ve Halife'ye karşı savaşan ordularda bulunmanın müslümanı dinden çıkaracağını" bildiren beş fetvası ile beraber "Cihad-ı Ekber Hakkında Beyanname-i Hazret-i Hilafetpenahi'yi yayınladılar. "Cihad-ı Mukaddes Beyannamesi" diye anılan bu tebliğler 21 Zilhicce 1332/29 Teşrinievvel 1330 (11 Kasım 1914) tarihini taşıyordu.

 Bu fetvalar île Hilafet beyannamesi ve ulemanın İslam alemine hitabeden yazıları çeşitli dillere tercüme edilerek bütün dünya müslümanlarına dağıtılmaya çalışılmıştır.

 Bu beyannameler çok tesirli olmuş ve müstemlekeci kuvvetlere karşı direnebilecek bir gücü olan müslüman milletler, onlara askerlik yapmayı reddetmişlerdir. Mesela, ingiliz Genel Komutanı Mısır ordusundaki Mısırlı subayları toplayarak; onlara, önce İngiltere'nin Mısır'a medeniyet yolunda o zamana kadar yaptığı yardımları saydıktan sonra "Osmanlı ordusunun Mısır'a yürümesi halinde kendileriyle beraber Osmanlıya karşı savaşıp savaşmıyacaklarını" sorması üzerine bütün subaylar "Bir başka düşmana karşı onlarla birlikte savaşacaklarını, fakat Hilafet makamına silah çekemiyeceklerini" bildirmişlerdi. Bunun üzerine ordudaki Mısırlı askerler Sudan tarafına gönderilmiş ve yerlerine Hindliler ve ingiliz askerleri getirilmişlerdi. Harbin hiç bir safhasında bize karşı savaşmış bir Mısırlı askere rastlamıyoruz.

 Ayni hadise müslüman Hindliler tarafından da tekrarlanmış ve Hind müslümanları bu askerliği reddetmişlerdir. Savaştığımız Hindliler müslüman değil "hindu"lardır.

 

v Esir Müslümanların Durumu

 Buna rağmen karşımızdaki cephelerde müslümanlara rastlamamız da tabiidir ve rastladık da... Çünkü müslümanlar, hem esir hem de cahildiler. Ayrıca o zamanki haberleşme vasıtalarının kıtlığı, müstemlekeci kuvvetlerin haberleşmeyi önledikleri, dinden imandan habersiz cahil ve "sadece ismen müslümanların" daima mevcut olduğu ve nihayet her şeyden haberdar olsa da Hilafet makamına ve müslüman kardeşlerine karşı savaşmaktan çekinmeyen ahlaksız kimselerin her yerde bulunabileceği gerçeği, bize bu durumu açıklayacaktır.

 Zavallı müslümanları birbiriyle savaştıran bir başka zorlayıcı sebep de İngiliz, Fransız ve Rus kafirinin cepheye, sürmek istediği müslüman gençlerinin ailelerini rehin tutması ve cephede itaatsizlik etmeleri halinde onların cezalandırılacaklarını bildirmeleri idi. 1985 yılı içinde TV'de gösterilen yabancı yapımı bir belgesel filmde yaşlı bir Cezayirli bunu aynen ifade etmişti.

 Halifenin cihad-ı mukaddes ilanına ve İslam kardeşliğine rağmen yine de "müslümanların düşmanlarımızla birlik olarak bize karşı savaşmış oldukları" iddiası, "islam kardeşliği" fikrinin tesirinin kalmadığı ve "islam birliği" düşüncesinin artık bir hayalden ileri geçemiyeceğ'ini telkin etmek isteyen yabancı mihrakların propagandasından başka bir şey değildir ve tamamen asılsızdır. İlim ve araştırma yollarına sahip çıkan yeni müslüman neslin bu boş iddiaları tarihi vesikalarla reddedecekleri günler gelmiştir.

 

v Seyit Çavuş:

 Çanakkale Savaşları'nda göstermiş olduğu kahramanlıklarınla adını İslam tarihine yazılmıştır. 18 Mart Deniz Savaşı anında, Rumeli Mecidiye Tabyası'nda ayakta kalan tek top vardı ve onun da mermi kaldıran vinci bozulmuştur. Seyit Onbaşı büyük bir güçlükle 215 Okkalık olan bu ağır mermiyi üç kez tekrarlayarak namlunun ucuna sürerek bu kahramanlığınla Ocean gemisi büyük bir yara almıştı.

 Seyit Ali Onbaşı ile birçok menkıbeyi Mehmet İhsan Genişçan, eserlerinde şöyle dile getirmiştir;

 "Ne hikmetse bataryada tek top ayakta kalırken, ama onun da vinci kırık olduğundan mermileri namluya bir türlü süremiyorlardı. Yüzbaşı Hilmi Bey, etrafında birilerinden yardım almak düşüncesiyle bataryadan uzaklaştığı esnada Niğdeli Ali ve Koca Seyit ümitsiz ve hayli perişan vaziyette ne yapacaklarını düşünüp duruyorlardı.

 Melekler gibi, Hz. Adem as gibi, Hz. İbrahim gibi

سُبْحَانَ اللَّهِ ، وَالْحَمْدُ لِلَّهِ ، وَلا إِلَهَ إِلا اللَّهُ ، وَاللَّهُ أَكْبَرُ ، وَلا حَوْلَ وَلا قُوَّةَ إِلا بِاللَّهِ الْعَلِيِّ الْعَظِيمِ 

"Ulu ve yüce Allah'tan başka hiçbir güç kuvvet yoktur ki", duasını Seyit'in ağzından nur tanesi gibi âdete damla, damla dökülmeye başlamıştır.

 Seyit Ali, bu duayı defalarca üst, üste okumuştur. Bu Allah'a yalvarışı şüphesiz hiç kimsenin ettiği dualara benzemiyordu.

 Aşk ile feryat etmesi ve 257 okkalık top mermisini kucaklayarak omuzuna alması birdenbire olmuştur. Demir basamakları tam üç kez inip çıkmıştır. Yanında bulunan Niğdeli Ali, Seyit'in göğsünden ve omuzundan gelen kemiklerinin çatırdamasını duymuştur. Hayret ediyor, dehşet içinde bakıyordu.

                  Top Ateşlenirken Seyyid Onbaşının dudaklarından:

فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلَكِنَّ اللّهَ قَتَلَهُمْ وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللّهَ رَمَى وَلِيُبْلِيَ الْمُؤْمِنِينَ مِنْهُ بَلاء حَسَناً إِنَّ اللّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ

“Onları siz (Bedir’de kendi kuvvetinizle) öldürmediniz; fakat onları Allah öldürdü. (Resûlüm! Bir avuç kumu) attığın zaman da sen atmadın; fakat Allah at(tırıp onları perişan ve mağlup et)ti. (Bu da) mü’minleri, katından (yaptığı) güzel bir imtihanla sınamak içindir. Şüphesiz ki, Allah (her şeyi) işitendir, bilendir.”[143]Ayeti kerimesini terennüm ederken;

 Sanki Bedir Meydanında Rabb-i Rahîm’ine ellerini açarak;

“Allahım! Bana yaptığın vaadini yerine getir!

“Allahım! Bu bir avuç Müslüman mücahit helâk olursa, artık sana yeryü­zünde ibadet edecek kimse kalmaz.”[144] Diye, kâinatı ağlattıracak kadar hazin, arz ve semâya gözyaşı döktürecek ka­dar tesirli duasını yapan Allah Rasülü Hz. Peygamberimizi andırıyordu.

 Topun namlusuna sürülen üçüncü mermi ile savaşın kaderini bu şekilde değiştiren ve olay yaratmış oldu.

 İngilizler'e ait "Ocean" adlı zırhlı, bu merminin vuruşuyla korkunç yara almıştır. Aynı günde ve saatlerinde Çanakkale Boğazı Müstahkem Mevki Kumandanı Cevat Paşa, Ödül almıştır. Seyit'e onbaşılık rütbesini veren kumandandır.

 Seyit Onbaşı 1918 sonbaharında köyüne dönerek, sanatı olan ormancılık ve kömürcülüğüne orada devam etmiştir. 1934 tarihinde yürürlüğe konulan soyadı yasası ile "Çabuk" soyadını almıştır. 1939 yılında hastalanarak akciğerlerindeki rahatsızlık nedeniyle hayatını kaybetmiştir.

 Çanakkale Boğazını gemilerle geçemeyeceklerini anlayan düşmanlarımız, topraklarımıza karadan girmeyi denediler.

 Nitekim Çanakkale savaşında Ülkemizi ele geçirmek üzere gelen düşman kuvvetleri kahraman ecdadımızın savunması karşısında bozguna uğramışlardır. Mehmet Akif Ersoy bu durumu şöyle dile getirmiştir.

 

Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;

Alınır kal'a mı göğsündeki kat kat iman?

Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te'sis-i İlâhî o metin istihkâm.

Sarılır, indirilir mevki'-i müstahkemler,

Beşerin azmini tevkif edemez sun'-i beşer;

Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedî serhaddi;
"O benim sun'-i bedi'im, onu çiğnetme" dedi.

Âsım'ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:

İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek.

v Kendi Cenaze Namazlarını Kılan Şehidler:

Kirte muharebelerini yaşayan o dönemin gazilerinden birisi tarafından anlatılmış, kendi cenaze namazını kılarak ölüme aldırış etmeyen Mehmetçiğin Hikayesi muharebelerin hangi koşullarda yapıldığını ortaya koymaktadır:

 “Kirte muharebeleri sırasında, bölükler arka sıralarda hücum sıralarını beklemektedirler. Ön siperdekiler ileri fırlamış boğuşuyorlar. Yüzbaşı hücum için emir bekliyor. Askerin tamamı süngü takmış siperden fırlamak için hazır. Heyecan dorukta... Dudaklar kıpır kıpır dualar okuyor, kelime-i şehadet getiriyor. Süre uzuyor.

Yüzbaşı erlere sesleniyor: "Yavrularım... Aslanlarım... Biraz sonra Cenâb-ı Rabbü’l Âlem'in huzuruna varacağız. Abdestsiz gitmeyelim... Haydi! Tüfeklerimizin kabzalarına ellerimizi sürüp hep beraber teyemmüm edelim..." Teyemmüm edilir... Bekleme devam etmektedir.

Biraz sonra Yüzbaşı; "Çocuklarım... Sanıyorum biraz daha bekleyeceğiz... Önümüzde biraz daha zaman var. İleride arkadaşlarımız şehit oluyor. Vakit varken, hem onlar için hem de kendi cenaze namazımızı kendimiz kılalım.

 Kâbe karşılarında...

Arkadan Oflu Ali Çavuş bağırır: "Er kişi niyetine..."

“Allahü Ekber”!

 Niçin muharebe ettiklerinin farkında olan bu yiğitler, biraz sonra şehadet sırasının kendilerine geleceğini de biliyorlardı. Tek bir gayeleri vardı: İ’layı Kelimetullah.

 v Avustralyalı İki Şehidin Destanı

 Yazımızı, cihad-ı mukaddes ilanını, ta Avustralya'da duyan iki Osmanlı Türkünün iftihar edilecek destanı ile bitirelim:

 Bunlar Avustralya'nın "Silver City" şehrine yerleşmiş iki Osmanlıdır. Orada çalışarak hayatlarını kazanmaktadırlar. Günün birinde Halifelerinin İngilizlere karşı Sancak-ı Şerifi çıkardığını ve bütün müslümanları cihada çağırdığını öğrenirler. Bu sırada Çanakkale cephesine gönderilmek üzere Avustralya'dan asker toplanmaktadır.

 Bu iki genç, şehrin valisinin huzuruna çıkarak şöyle derler:

 "Halifemiz size karşı harp ilan etmiş. Bizim de buna icabet etmek vazifemizdir. Fakat biz sizin bu kadar zamandır ekmeğinizi yedik. Bırakın gidelim. Sizinle cephede savaşalım. Burada size karşı bir harekette bulunmayı nankörlük sayıyoruz." Vali gülmüş ve onları reddetmiş:

"Bizi tehdid mi ediyorsunuz? Haddinizi bilin, edebinizle oturun yerinizde!"

Bizimkiler de:

"Eh ne yapalım, bizden günah gitti" diye söylenerek uzaklaşmışlar.

Hemen neleri varsa hepsini satmışlar. İki makinalı tüfekle bol cephane edinmişler.

Sonra? Sonra da Çanakkale'ye gönderilmek üzere limana sevk edilecek olan Anzak askerlerim taşıyan trenin geçeceği dar bir boğaza gidip mevzilenmişler. Namazlarım kılıp helallaştıktan sonra, kazdıkları siperlere yerleşmişler.

 Üzerinde elde dikilmiş bir Osmanlı bayrağının dalgalandığı bu siperlerin hizasına gelince, raylar üzerine yığılan taşlar treni durdurmuş ve o tren, yedi yüz Anzak askerini ölü ve yaralı olarak bırakmak zorunda kalmış.

 Etraftaki tepelerde kalabalık Osmanlı kuvveti arayan düşman, bütün bu savaşı verenin sadece iki şehid kahraman olabileceğine çok zor inanmış. Neredeyse bizim bugünkü aydınlarımız kadar gafil olan ve İslam'ın gönüllerdeki hakimiyetini bilemeyen İngiliz valiye de o iki kahramanın mübarek naaşlarını selamlamaktan başka yapacak bir şey kalmamış.))[145]

 

v Çanakkale Savaşında Pakistan Çanakkelede

Muhammed İkbal'in Rüyası

Çanakkale'de savaşın en kızgın anlarının yaşandığı sıralarda, Pakistan'ın Lahor kentinde, en büyük alanlardan birinde, halkın büyük bir teveccüh gösterdiği muhteşem bir miting düzenlenir. Mitingin amacı Çanakkale 'de çarpışan Türklere yardım ve gönüllü toplamaktır. Halkın büyük çoğunluğunun fakir olmasına rağmen, meydanlara serilen yardım sergilerine, kulaklarında ki küpelerini, parmaklarında ki alyansları, evdeki eşyalarını satarak elde ettikleri paraları atarlar kadim dostlarımız. Muhammed İKBAL çıkar kürsüye ve birkaç gün önce gördüğü rüyayı anlatır mahçubiyet içerisinde. Daha sonra da o gün tarihe mal olacak o meşhur şiirini okur halka hitaben ;

 

Dedi Hz. Muhammed sav
Cihan bahçesinden bana bir koku gibi yaklaştın
Söyle bana ne gibi bir hediye getirdin?

Dedim: Ya Muhammed sav dünyada yok rahatlık
Bütüm özlemlerimden umudu kestim artık
Varlık bahçesinde binlerce gül lale var 
Ama ne renk ne koku... Hepside vefasızdır


Yalnız bir şey getirdim kutlanmıştır tekbirlerle
Bir şişe kan ki eşi yoktur namusudur, vicdanıdır
Buyurun, bu çanakkale şehidinin kanıdır

İKBAL ile birlikte meydanda ki herkes hüngür hüngür ağlamaktadır. Gönderilen maddi yardımların yanında bir de içten dualar ederler Çanakkale'deki kardeşlerine. İçlerinden bazıları son kuruşlarını da verdikleri yetmezmiş gibi cephede savaşmak üzere gönüllü yazılırlar. Bütün bunların hepsi bir yana sessizce gerçekleşen bir olay daha yaşanır o gün. Yürekleri parçalayan, işte inanç bu, kardeşlik bu dedirten olay şöyledi;

 Meydanda ki bu muhteşem mitinge kucağında ki yeni doğmuş bebeği ile iştirak eden bir anne, yeni dul kalmış ve verecek bir şeyide olmadığından eziklik içerisinde kıvranmaktadır. Fakat birden hızlı ve emin adımlarla uzaklaşır oradan. Nihayetinde zengin bir efendinin konağının önünde durur. Kapıyı çalar ve efendi ile görüşmek istediğini söyler hizmetkârlara. Dilenci olduğunu düşünerek almak istemezler bu kadını. Fakat ısrar eder kadın ve çıkarırlar zengin efendinin karşısına. Efendi, ne istiyorsun diye, sorar. Cevap verir kadın; Bebeğimi sana satmak istiyorum. O devir de hizmetçi olabilecek küçük yaşta çocuklar satılmaktadır. Fakat bu yeni doğmuş bir bebektir. Hangi anne, canından çok sevdiği yavrusunu ve hangi sebeple satmak istemektedir. Zengin efendi sorar ama cevap alamaz kadından. Merak eden efendi çocuğu alır. Parayı verir kadına ve takip etmelerini emreder hizmetkârlarına. Lahor'da ki miting meydanına kadar takip ederler kadını. Çocuğunu satarak elde ettiği parayı kuruşuna kadar meydanda ki sergiye bırakır kadın. Hizmetkârlar efendiye anlatırlar olayı. Şaşkınlık içerisinde kalan efendi, bulup getirin o kadını der. Bulur, huzuruna getirirler kadını. Efendi; “Sen söylemedin ama ben seni takip ettirdim ve paranı Çanakkale'ye gönderilmek üzere bağışladığını öğrendim. Bunu niçin yaptığını bana anlatmak zorundasın” der. Kadın, efendiye dönerek, işte İslam Kadını bu dedirtecek ve oradakileri yüreğinden vuracak sözleri söyler ;

 “Şimdi sen diyorsun ki; Çanakkale'ye gönderilecek bir silah için koklamaya doyamadığın yavrunu niye sattın öylemi? Osmanlı zayıf düştüğünden beridir, yanıbaşımıza kadar gelen İngilizlerin yaptığı zulümler ortada. Bu gün Muhammed İkbal dedi ki; ‘Eğer Osmanlının son kalesi olan Çanakkale'de geçilirse, Hilafet kalmaz ve iyi bilin ki sıra sizdedir.’ Eğer İngiliz burayada gelir, namuzumuza el uzanır, bayrak iner, vatan toprağı düşmanın pis çizmeleri altında çiğnenirse, çocuğum olsa ne olur, olmasa ne olur. İşte bu yüzden hiç tereddüt etmeden sattım yavrumu. İngilizlere köle olacağına size hizmetkar olsun.”

 Anadolu kadınından farklı düşünmeyen bu Pakistanlı kadında böylece bize ve zengin efendiye güzel bir ders vermiş oldu. Bu sözler üzerine duygulanan efendi, hizmetkarlarına derhal çocuğu kadına geri vermelerini emreder. Ardından yüklü bir miktar daha parayı miting meydanına gönderir.

 Çanakkale Savaşı Milletimizin var olup-olmama savaşıdır. Bu savaş bütün dünyaya “Çanakkale Geçilmez” dedirterek zaferle sonuçlanmıştır.     

Dün Ecdadımız yapması gerekeniyaptı. Aç kaldı, ayazda kaldı, ağladı ama her daim rabbine dayandı. İman kalesiniterketmedi. Acılar ve yokluklar çekti, bırakmadı İslam Davasını. İnanmıştı bir kerre, “Kalırsa gazilik rütbesini, ölürse şehidlik rütbesini Allah’ın kendisine vereceğini.”

 Şehitlik ve gazilik onun varabileceği en yüce makamlardandı. Böyle müjdelemişti, Alemlere Rahmet Peygamberi sav.

 Değerli kardeşlerim!

Bu vesile ile Din, iman, vatan, namus, … gibi her türlü kutsallarımız uğrunda hayatını, varlığını ve canını feda etmiş kahraman gazilerimiz ve aziz şehitlerimizirahmetle ve minnetle anıyoruz. Ruhları şad, Makamları Âlî, Şefaatleri üzerimize olsun.

 Aziz Müminler!

 Onlar nefretlerinde ve sevdalarında, korkularında ve ümitlerinde her daim Kuran Ve Sünneti düstur aldılar. Korktular biricik Rabblerini üzmekten, çekindiler Rahmet Peygamberinden sav uzak kalmaktan. Allahın “İpim” dediği“Kurana” sarıldılar, “uyun” dediği“Sünnet” yoluna koyuldular. Korktular Maide Suresindeki şu ayetin kendileri için olacağından:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ مَن يَرْتَدَّ مِنكُمْ عَن دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لآئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللّهِ يُؤْتِيهِ مَن يَشَاء وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ

Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, Allah onun yerine ileride öyle bir millet getirir ki; Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı başları dik ve güçlüdürler. Allah yolunda cihad ederler, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın öyle bir lütfu ihsanıdır ki, onu dilediğine verir. Allah’ın lütfu geniştir, her şeyi bilendir.”[146]

 Rabbimizin şu tesbiti acaba bizim neslimiz için mi diye ürpermemek elde değil:

فَخَلَفَ مِن بَعْدِهِمْ خَلْفٌ أَضَاعُوا الصَّلَاةَ وَاتَّبَعُوا الشَّهَوَاتِ فَسَوْفَ يَلْقَوْنَ غَيًّا

“Nihayet onların peşinden öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı bıraktılar; nefislerinin arzularına uydular. Bu yüzden ileride sapıklıklarının cezasını çekecekler.”[147]

 Kıymetli Müslümanlar!

 Mehmet Akifin dediği gibi;

 Zannetme ki ecdadın asırlarca uyudu
Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu

Üç kıtada yer yer kanayan izleri şahid,
Dinlenmedi bir gün o büyük şanlı mücahid.

 Ecdadımız yapması gerekeni yaptı ve küfrü ve kafirleri hezimete uğrattı. Ancak ardından gelen bizler de ecdadımızın cihad ve şehadet anlayışına sarılmadığımızdan dolayı maalesef, nefsimizin, şeytanın ve kafirlerin tuzağına düştük. Gelinen son noktada her karış toprağında şehid kanı olan şu islam coğrafyasının şu vatanımızın her köşesinde, zina, içki, kumar, iffetsizlik, faiz, düşman çizmesi, … Ecdadımız hangi şeylere karşı mücadele ve cihad etmişse, hepsi de revaçta. Haramlar diz boyu.

 Çanakkalede Arabı, Türkü, Kürdü,  Lazı, Çerkezi, Hindlisi Bosnalısı, daha nicerenkleri, ırkları ve dilleri ayrı müminler cephede kafire karşı,

إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الَّذِينَ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِهِ صَفًّا كَأَنَّهُم بُنيَانٌ مَّرْصُوصٌ

“Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak savaşanları sever.”[148] Ayetin gereği olarak tek yürek savaşırken, bu gün bu milletlerin birbirinin düşmanı haline gelmesi çanakkaleyi kaybettiğimizin isbatı değil de nedir.

 Zaferi ve Şehidi ile öğündüğümüz Çanakkale bu gün neyi ile meşhur?

 Osmanlıya başkentlik yapmış Edirne, Trakya neyi ile meşhur dersiniz?

 Gerçekten de Çanakkale geçildi mi, geçilmedi mi?

 SONUÇ:

وَأَطِيعُواْ اللّهَ وَرَسُولَهُ وَلاَ تَنَازَعُواْ فَتَفْشَلُواْ وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ وَاصْبِرُواْ إِنَّ اللّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ

“Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ediniz. Aranızda tartışmaya, çekişmeye düşmeyiniz. Yoksa moraliniz bozulur, hızınız kaybolur. Sabrediniz. Çünkü Allah sabırlılar ile beraberdir.[149]

وَلاَ تَهِنُوا وَلاَ تَحْزَنُوا وَأَنتُمُ الأَعْلَوْنَ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ

“Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.”[150]

 Kıymetli Müminler!

 Vaazımızı Mehmet Akif Ersoy’un şu dizeleriyle bitiriyorum.

 “Girmeden tefrika bir millete düşman giremez.
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez." 

 Ey Yüce Rabbim!

 Ümmeti Muhammede birlik ve dirlik nasip et. Gönüllerimizde bütün müminlere karşı en derin sevgileri yerleştir. Onlara karşı en ufak bir kin nefret bırakma. Bizi ana-babalarımızı ve evlatlarımızı dininde sabit, yolunda daim eyle. Nefsimize, şeytana ve düşmanlarımıza karşı bize uyanıklık ve nusretinle bizleri muzaffer eyle. Ecdadımızın yürüdüğü Cihad yolllarında yorulan, şehidlikle dünya hayatını taçlandıranlardan eyle.

 Son nefesimizde Kelime-i Tevhid ile buyrun:

“La ilahe illallâh muhammedür rasûlullâh”,

Kelime-i Şehadet ki, buyrun:

“Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve Rasûlüh.” Diye diye, Cennetteki makamlarımızı görüp, tebessüm eden bir çehre ile şu fani Âlem’den ebedi alemine göçmeyi, “Refiki a’la, refiki a’la” diyen Habibine kavuşmayı, Şehid edildiğinde: "Kabe'nin Rabbine yemin ederim ki, ben kazandım” diyerek Firdevs Cennetlerine göçen Haram b. Milhan’a komşu olmayı hepimize nasip eyle Allahım. Amin!

 

الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَو

Allah’ım! Ümmetin Suskunluğunu Sana Şikayet Ediyorum!

Ben ki kocamış bir yaşlıyım. Kurumuş iki elim, ne kalem tutuyor ne de silah!..Sesimle yeri inletecek güçte bir hatip de değilim!..

Ben ki saçları ağarmış, ömrünün son demlerinde, türlü hastalıkların yıktığı ve üzerinde zamanın belalarının estiği biriyim!..Tek isteğim benim gibi, Müslümanların zaaf ve aczinden müteessir olanların yazmasıdır!..

Siz ey Müslümanlar! Suskun ve aciz, helak olmuş ölüler!..Hâlâ kalpleriniz sızlamıyor mu, başımıza gelen bu acı felaketler karşısında?...

Bir halk yok mu? Hiç mi kimse yok,ALLAH için ve ümmetin namusu için kızacak?..Şerefli direnişçilerken, bizleri katil teröristler olarak ilan edenlere karşı duracak!..

Bu ümmet utanmaz mı, şerefi çiğnenirken? ... Siyonist katilleri ve uluslararası işbirlikçilerini görmezden gelirken!..

Omuzlarımıza el verecek ve göz yaşlarımızı silecek bir bakış!..
Bu ümmetin kurumları, sivil güçleri, partileri, teşkilatları ve bariz şahsiyetleri,ALLAH için kızmaz mı!? Tümü birden sokaklara dökülüp, bizim için dua etmeye;

Ey RABBimiz! Gücümüzü topla, zaafımızı gider ve mümin kullarına yardım et! diye çağıramaz mı!?..Buna da mı gücünüz yetmiyor!?...

Yakında bizim büyük ölümlerimizi duyacaksınız, o zaman alınlarımızda şu yazılacak:
Bizler direndik! İleri atıldık ve kaçmadık!...Ve bizimle birlikte çocuklarımız, kadınlarımız, yaşlılarımız ve gençlerimiz ölecek!... Onları, bu suspus ve bön ümmete yakıt yapacağız!..

Bizden, teslim olmamızı ve beyaz bayrak dikmemizi beklemeyin!...Çünkü biz, bunu yapsak da öleceğimizi biliyoruz. Bırakın savaşçı onuruyla ölelim!... Dilerseniz bizimle olun, elinizden geldiğince, öcümüzü sizden her biri boynuna taksın!..

Dilerseniz bize acıyarak ölümümüzü izleyin! ..

Temennimiz, ALLAH’ın, emaneti savsaklayan herkesten kısas almasıdır!..
Umarız bizim aleyhimize olmazsınız! ALLAH aşkına, bari aleyhimize olmayın!..
Ey ümmetin liderleri, ey ümmetin halkları!..

ALLAH’ım! Sana şikayette bulunuyorum. Sana şikayette bulunuyorum… Sana şikayette bulunuyorum..Gücümün azlığını, imkanımın yetersizliğini ve insanlara karşı zaafımı sana şikayet ediyorum..

Sen mustazafların RABBisin Sen bizim RABBimizsin Bizi kime bırakıyorsun?..
Bize cehennem olacak uzaklara mı? Veya düşmana mı?..

ALLAHım! Akıtılan kanlar, dokunulan ırzlar, çiğnenen hürmetler, yetim bırakılan çocuklar, oğlunu yitirmiş anneler, dul kalmış kadınlar, yıkılmış evler ve ifsad edilmiş ekinler aşkına sana şikayette bulunuyorum…

Sana şikayette bulunuyorum! Gücümüz dağıldı ve Birliğimiz bozuldu Yollarımız ayrıldı Halkımızın zaafını ve ümmetimizin bize yardım edip, düşmanı yenmedeki aczini Sana şikayet ediyoruz…

 

Şeyh Ahmet Yasin


KAYNAKLAR:

 

Kuran-ı Kerim Meali, Diyanet vakfı
Kuran-ı Kerim Meali, Fevzül Kur’an
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
Hakikat Dergisi: http://www.hakikat.com/dergi/148/bsyz14804.html
Altınoluk Dergisi, 1986 Mart, sayı 1, sayfa 19
Büyük Yaşayanlar, MGV Yayınları, Sayfa 124
Rasulullah org: http://www.resulullah.org/hubeyb-bin-adiyy-ra
Bazı Vaaz Siteleri

 

YAŞAR KAPKARA
VEZİRKÖPRÜ CEZAEVİ VAİZİ
 MART 2015
VEZİRKÖPRÜ

DİPNOTLAR

 
 

[2] (Tevbe, 9/73)
[3] الَّذِي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيَاةَ لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلًا وَهُوَ الْعَزِيزُ الْغَفُورُ Mülk, 67/2)
[4](Muhammed, 47/7)
[5](Fâtır, 35/10); bak: (4/139; 10/65; 63/8)
[6](Nisâ, 4/139)
[7](Ali İmran, 3/100); “Zulmedenlere de meyletmeyin! Yoksa ateş size dokunur! Hem sizin, Allah’dan başka hiçbir dostunuz yoktur; sonra size yardım edilmez.” (Hud, 11/113)
[8] Bak. TDV İslam Ansiklopedisi, “Sömürge” Maddesine, cilt 37; sayfa 394-…)
[9]Amerika’da XVI. yüzyıl öncesinde hiç hıristiyan nüfus yokken bugün 1 milyara yaklaşan nüfusuyla kıtada yaşayanların tamamına yakınını hıristiyanlar oluşturmaktadır. Yine 1900’lerin başında Afrika kıtasında toplam 10 milyon civarında tahmin edilen hıristiyanların sayısı bugün 1 milyarı aşmakta olan nüfus içinde 350 milyon civarındadır. Asya’da yine misyonerlik faaliyetleri neticesinde hıristiyan olanların sayısı 300 milyondan fazladır.

[10]      DÜNYAYI SÖMÜREN ŞEYTAN DÜZENBAZLARI:

1-            SİYASİ KURUMLARI
CEMİYET-İ AKVAM / BİRLEŞMİŞ MİLLETLER: 51 ülke bir araya gelerek 24 Ekim 1945 yılında Birleşmiş Milletleri kurdular. Beş ülkenin sözü geçmektedir (ABD, Çin, İngiltere, Fransa ve Rusya Federasyonu)
Yardımcı organları:
UNESCO ( BM Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü)
WHO       ( Dünya Sağlık Örgütü )
FAO         ( BM Gıda ve Tarım Örgütü )
ILO          ( Uluslar arası Çalışma Örgütü )
UNİCEF   ( BM Çocuklara Yardım Fonu )
IMF         ( Dünya Para Fonu )
2. ASKERÎ ÖRGÜTLER
NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü)
3. EKONOMİK ÖRGÜTLER
OPEC       (Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü)
IMF         (Uluslararası Para Fonu): 1947 yılında fiili olarak çalışmalara başlamıştır.
Dünya Bankası: Dünya Bankası, II. Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası (IBRD) adıyla kurulmuş, 1947 yılında Birleşmiş Milletler’in özerk uzman kuruluşlarından biri olma özelliği kazanmıştır.
OECD       (Ekonomik Kalkınma ve İş Birliği Örgütü): 1946 yılında kurulan Avrupa Ekonomik İş Birliğinin temelleri üzerine 14 Aralık 1960 yılında imzalanan Paris Antlaşması ile kurulmuştur. Örgütün başlıca amaçları şu şekilde sıralanabilir:

4. ÇEVRE ÖRGÜTLERİ GREENPEACE: 1971 yılında kurulmuştur.
[11] (Mustafa Erdem, Misyonerlik, Diyanet Vakıfsen Yayınları)
[12] (Mehmet Oruç, Yeşilay Dergisi, Ekim 2002, sayı: 827, s. 13)
[13]  Prof. Dr. Yusuf Kardavi - terc.Hamid Haliloğulları - 20,09,2006 Milli Gazete,
[14]Prof. Dr. Ahmed Akgündüz,  Tarih 07 Nisan 2014, http://www.nurnet.org/kuran-muslumanlarin-elinde-oldukca-onlara-hakim-olamayiz/
[15](Mehmet Arif Bey . Başımıza Gelenler. S.11, 264)
[16](Mustafa ERDEM. Misyonerlik .s.13 )
[17](Hatırat-ı Hampher. S.13 )
[18](Yeşilay Dergisi  Eylül 2002. sayı 826. sayfa. 13 )
[19](Müslim, İman 186; Tirmîzî, Fiten 30); Riyazus Salihin 87. Hadis.
[20](Bakara, 2/120)
[21](Ebû Dâvud, 2/426).
[22] Ali Rıza Temel, Altınoluk Dergisi, 2003 - Ocak, Sayı: 203, Sayfa: 020
[23](İsra, 17 /73)
[24](İsra, 17 /74)
[25](İsra, 17 /75)
[26] (Bakara, 2/286)
[27] (Maide, 5/3)
[28](Ali İmran, 3/19)
[29] (Ali İmran, 3/85)
[30](Tevbe 9/86)
[31](Tevbe 9/81)
[32](Tevbe 9/44)
[33] http://www.enfal.de/ecdad84.htm
[34](Âli İmrân, 3/142)
[35](Müsned, III, 124; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 17);
[36](Ebû Dâvûd, “Melâhim”, 17; Tirmizî, “Fiten”, 13)
[37](Müsned, III, 456);
[38](Tirmizî, “Feżâilü’l-cihâd”, 2);
[39](Buhârî, “Cihâd”, 138; Müslim, “Birr”, 5)
[40](Buhârî, “Cihâd”, 1)
[41](DİA, “Cihad” Maddesi, Ahmet Özel, cilt: 07; sayfa: 527-528)
[42](Nahl 16/125).
[43](Furkan, 25/52)
[44] (Furkan, 25/63)
[45](Enfal, 8/72).
[46] Tabakât, 3: 448.
[47] Tabakât, 8: 22-23.
[48] Hilyetü’l-Evliyâ, 1: 356. 4.Üsdü’l-Gàbe, 1: 359.
[49] Sîre, 3: 178-179; Üsdü’l-Gàbe, 2: 103-105; Tabakât, 2: 55-56; 4: 249; 8: 301-302; İstiâb, 1: 432; Buhârî, Megâzî: 30.
[50](Şems, 91/9-10)
[51](A’la, 87/14-17)
[52](Tirmizi; Cihad, 2)
[53](Hucurat, 49/9,10)
[54](Müslim, “İman”, 80)
[55]Ebu Davud Buyu: 56, Ebu Davud "Haber Cafer'indir. Lafız da ona aittir" der. 3/740.
[56]Şuabul İman: 2/92.
[57]Tirmizî, Fiten 9.
[58](Bakara, 2/190)
[59] (Tevbe, 9/73)
[60] (Tevbe, 9/24)
[61](Bakara, 2/143)
[62](Hac 22/78)
[63](Nisâ 4/69)
[64] (Hadîd, 57/19) [bk. 24/35-36; 39/22;]
[65](el-Bakara 2/154)
[66](Âl-i İmrân 3/169)
[67](Muhammed 47/4-6)
[68](Âl-i İmrân 3/18)
[69] (Buhârî, “Cihâd”, 15; Müslim, “İmâre”, 149-152; Nesâî, “Cihâd”, 21; İbn Mâce, “Cihâd”, 13),
[70] (Tirmizî, “Feżâilü’l-cihâd”, 25)
[71](Tirmizî, “Feżâǿilü’l-cihâd”, 25, 26),
[72](Müslim, “İmâre”, 143; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 27),
[73](Buhârî, “Cihâd”, 6, 21; Müslim, “İmâre”, 109)
[74](Ebû Dâvûd, “Sünne”, 29; Tirmizî, “Diyât”, 21)
[75](Buhârî, “Cihâd”, 30; Müslim, “İmâre”, 164-165)
[76](Müslim, “İmâre”, 157)
[77](Müslim, İmare, 158; Ebu Davud, Cihad, 17; Nesaî, Cihad, 2; Ahmed b. Hanbel, 2/374)
[78] (Deyleminin “Müsnedül  Firdevs"inden.)
[79](Secde, 32/16); [krş. 2/25]
[80](Tirmizi, İman 8, (2619)
[81] (Al-i İmran, 3/169-171); bak. (Saf, 6/10-12)
[82] Ebu Davut, Cihad, 25
[83]Hârise, Bedir savaşında şehid olmuştu.
[84]Buhârî, Cihad 14, Meğâzi 9, Rikak 51; Tirmizî, Tefsiru sûre 23. 
[85] Buhârî, Cihâd 21
[86]Riyazü’s-Salihin, Tercüme ve Şerhi, Erkam yayınları, c.VI, s.22-23
[87]Riyazü’s-Salihin, Hadis No: 1359
[88]Gadran: Haksız yere, haince, merhametsizce
[89] Uhud Savaşında Hz. Ömer, Ebu Sufyana:”“Biz sizinle bir değiliz. Bizim öldürülenlerimiz cennet­te, sizinki­ler ise ce­hennemdedir.” Demiştir.
[90]EbûDâvûd, Cenaiz, 11
[91]Müslim, İman 225.    
[92]Dini Kavramlar Sözlüğü, DİB. Yayınları, “Şehid” md.
[93] Efendimiz sav Uhud Şehidlerinin Namazını kıldırmamıştır.
[94](Buharî, Humus, 13, Ta'bir, 12; Tirmizî, zekat, 18, Deavat, 5).
[95]Tevbe, 9/52
[96]Buhari, Cihad, 10
[97]Riyazü’s-Salihin, Hadis No: 1308
[98]Riyazü’s-Salihin, Hadis No: 1296
[99] Mute Savaşı Komutanları: Zeyd b. Harise, Cafer b. Ebi Talib, Abdullah b. Revaha ve Halid b. Velid
[100](“el-Kâmil fi't-Târîh”, c.11, s. 342)
[101](C. Karşî, “Mülhâkâtü's-Surâh”, s. 134)
[102](“Kars Târihi”, c. 1, s. 337, 354)
[103]            Yâ Rabbî!  İslâm sancağını yükselt ve ona yardımını eksik eyleme! Küfrü, tamâmen ortadan kaldıracak şekilde mahvet! Sana itaat etmek için canlarını esirgemeyen ve kanlarını dökerek rızâna kavuşmaya çalışan mücâhid kullarına güç ve kuvvet ver; yurtlarını muhâfaza, kendilerini muzaffer eyle! Emîrü’l-Mü’minîn, şehinşâh-ı muazzam Muhammed Alparslan’ın dileğini kabûl eyle! Din-i İslâm’ı yayıp, şerefli ismini yüceltebilmesi için onu desteğinden mahrûm eyleme! Zira o yalnız senin rızân için kendi rahatını terketti, senin yolunda malını fedâ etti, hattâ canını dahî bu yolda fedâya hazır eyledi…

Kitâb’ın Kur’ân-ı kerîm’de:Ey imân edenler! Elem verici, can yakıcı bir azaptan koruyacak bir ticâret yolunu göstereyim mi size? Allah’a ve Peygamber’ine imân edersiniz, O’nun yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad edersiniz!’(Sâff: 10-11)Buyuruyorsun. Şüphesiz ki sen vaadinden dönmezsin!..

Allah’ım! O nasıl ki senin dâvetine uyup, din-i İslâm’ı korumada gevşeklik göstermeden emrine icâbet etmiş ve bu uğurda gecesini gündüzüne katmış ise, sen de ona zafer ihsân eyle! Onu düşmanların hîlelerinden uzak kıl ve muhâfaza et! Allah’ım! Ona bütün güçlükleri kolaylaştır ve küffarı bozguna uğratarak, İslâm askerlerini muhâfaza eyle!..” (İbnü'l-Adîm, “Bugyetü't-Taleb fî Târîh-i Haleb”, vr. 288a-b.)

[104]Meyyâfârikîn: Silvan’ın Selçuklulardaki adı.
[105]Satvet: Zorlu, sindirici güç, Ezici kuvvet, zorluluk.
[106](İbn-i Esîr, “el-Kâmil fi't-Târîh”, c. 11, s. 100.)
[107]İkbal: İstek, arzu
[108](Neşrî, “Kitâb-ı cihannümâ”, c. 1, s. 145-147. + Hoca Sa'deddin Efendi, “Tâcü't-Tevârîh”, c. 1, s. 64-65)
[109] Nâmdar:  eskimiş 
[110](“Dâsitân Tevârîh-i Mülûk-ı Âl-i 'Osmân”, s. 9. nşr. N. Atsız.)
[111](Hoca Sa'deddin Efendi, “Tâcü't-Tevârîh”, c. 1, s. 64-65.)
[112]“kul”- “karavâş”: erkek- kadın, savaşta esir alınan kişiler
[113](Neşrî, “Kitâb-ı Cihannümâ”, c. 1, s. 285-287)
[114]Teşvîş: vesvese, zihni bulandırma, …
[115](Neşrî, “Kitâb-ı Cihannümâ”, c. 1, s. 279-281.)
[116](Ahzâb, 33/22,23)
[117](Hammer, “Devlet-i Osmâniyye Târihi”, c. 1, s. 286-287.)
[118](“Mahrûse-i İstanbul Fetihnâmesi”, s. 7-8.)
[119](“Mahrûse-i İstanbul Fetihnâmesi”, s. 8.)
[120] (Nisa, 4/172)
[121] (Saff, 61/6)
[122] (Kasas, 28/36)
[123] (Enbiya, 21/54)
[124] (Tevbe, 9/29)
[125] (Hacc, 22/78)
[126] (Ankebut, 29/69)
[127](“Mahrûse-i İstanbul Fetihnâmesi”, s. 197-198.)
[128](Bakara, 2/250)
[129](Başbakanlık Osmanlı Arşivi, “Tapu Tahrîr Defteri”, nr.: 157.)
[130](Başbakanlık Osmanlı Arşivi, “Mühimme Defteri”, c. 5, s. 505.)
[131](“Gazavât-ı Hayreddin Paşa”, s. 56-57.)
[132](Riko, “Devlet-i Osmâniyye'nin Hâl-i Hazırı”, s. 164, bas.: h. 1071.)
[133](Başbakanlık Osmanlı Arşivi, “İstanbul Ahkâm Defterleri”, 4/26, 70a-b.)
[134] (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, “İstanbul Ahkâm Defterleri”, 3-362/1304.)
[135] (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, A., nr.: 177)
[136](Yaşar Kutluay, “Türkiye ve Siyonizm”, s. 108.)
[137](“Sultan Abdülhamid'in Hâtırâ Deffteri”, s. 137.)
[138] (“Sultan Abdülhamid'in Hâtırâ Defteri”, s. 149-150.)
[139] (“Sultan Abdülhamid'in Hâtırâ Deffteri”, s. 150-151.)
[140](Ahmed Refik, “Pâdişahlarımızda Din Gayreti, Vatan Muhabbeti”, s. 23-25. bas.: İstanbul, 1332.)
[141] (Ahzab, 33/23)
[142] Osmanlı Padişahı V. Mehmed Reşad (Sultan Reşat), 11 Kasım 1914’de İngiltere, Fransa ve Rusya’ya savaş ilan ettiğini açıkladı. Müslüman alemini Cihad-ı Mukaddes’e (Kutsal Savaş) çağırdı.
[143] (Enfâl, 8/17) 
[144] (Taberî, Tarih, c. 2, s. 269.)
.”[145](Başbakanlık Osmanlı Arşivi; “İrâde Meclis-i Vâlâ”, nr.: 5276) [145]Çanakkale Savaşı ve Mukaddes Cihad İlanı, M. Ertuğrul Düzdağ, Altınoluk Dergisi, 1986 - Mart, Sayı: 001, Sayfa: 019
[146](Mâide, 5/54)
[147] (Meryem, 19/59)
[148] (Saff, 61/4)
[149] (Enfal, 8/46)
[150] (Ali İmran, 3/139)

İçindekiler

 Aziz ve Muhterem Müminler!

 Bu gün sizlerle İstanbul’un Fethini hatırlarken, yeri geldikce Cihad, Şehidlik ve Fetih gibi yüce İslamın Şiarından olan terimler üzerinde duracağız.

 Ashabı Kiramın ve Ecdadımızın Şanlı hayatlarından örnekler vereceğiz.

 Cihad: Arapça’da “güç ve gayret sarfetmek, bir işi başarmak için elinden gelen bütün imkânları kullanmak” mânasındaki cehd kökünden türeyen cihad, İslâmî literatürde “dinî emirleri öğrenip ona göre yaşamak ve başkalarına öğretmek, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya çalışmak, İslâm’ı tebliğ, nefse ve dış düşmanlara karşı mücadele vermek” şeklindeki genel ve kapsamlı anlamı yanında fıkıh terimi olarak daha çok “müslüman olmayanlarla savaş”, tasavvufta ise “nefs-i emmâreyi yenme çabası” için kullanılmıştır. (bk. MÜCÂHEDE).

 Normal şartlarda cihadın farz-ı kifâye, umumi seferberliği (nefîr-i âm) gerektiren bir tehlike ve saldırı halinde ise farz-ı ayın olduğu konusunda müslüman hukukçular görüş birliği içindedirler.     

 Cihad her alanda olmalıdır:

Manevi     İlimle        Tebliğ ve İrşad 

Maddi       Fenle        teknik ve sanayi

 Rabbimizin cc şu Emri İlahisi ile konumuzu izaha başlayabiliriz.

يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ جَاهِدِ الْكُفَّارَ وَالْمُنَافِقِينَ وَاغْلُظْ عَلَيْهِمْ وَمَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ(٧٣)

“Ey Peygamber! Kâfirler(e karşı silahla), münâfıklar(a karşı delil getirerek, dil) ile cihadda bulun ve onlara karşı sert davran; onların varacakları yer  (!) cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir!” (Tevbe Suresi 9/ 73) [bk. 9/123; 48/29; 66/9]

 

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِن تَنصُرُوا اللَّهَ يَنصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ أَقْدَامَكُمْ

“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (O’nun dininin yayılmasına ve hayata geçmesine) [3] yardım ederseniz, (O da) size yardım eder ve ayaklarınızı sabit/sağlam tutar (güç ve sebat verir).”  (Muhammed suresi 47/7)   [bk. 22/40]

وَقَاتِلُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ الَّذِينَ يُقَاتِلُونَكُمْ وَلاَ تَعْتَدُواْ إِنَّ اللّهَ لاَ يُحِبِّ الْمُعْتَدِينَ

“Size savaş açanlarla siz de Allah yolunda savaşın. (Fakat savaşmayan ihtiyar, kadın ve çocukları öldürerek) aşırı gitmeyin. Şüphesiz ki Allah, aşırı gidenleri sevmez.” (Bakara 2/190)

(Bu âyet-i kerîmenin hükmü, bundan sonraki âyetle veya Tevbe sûresinin 12. âyetiyle de ilgilidir. Yüce Rabbimiz bu âyetle savaşa izin vermiş ancak savaşta da insan haklarını teminat altına alarak katliamları, toplu öldürmeleri yasaklamıştır.)

 

وَجَاهِدُوا فِي اللَّهِ حَقَّ جِهَادِهِ هُوَ اجْتَبَاكُمْ وَمَا جَعَلَ عَلَيْكُمْ فِي الدِّينِ مِنْ حَرَجٍ مِّلَّةَ أَبِيكُمْ إِبْرَاهِيمَ هُوَ سَمَّاكُمُ الْمُسْلِمينَ مِن قَبْلُ وَفِي هَذَا لِيَكُونَ الرَّسُولُ شَهِيدًا عَلَيْكُمْ وَتَكُونُوا شُهَدَاء عَلَى النَّاسِ فَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ وَاعْتَصِمُوا بِاللَّهِ هُوَ مَوْلَاكُمْ فَنِعْمَ الْمَوْلَى وَنِعْمَ النَّصِيرُ

“Allah uğrunda (gereği gibi) cihad edin.[1]  Allah’a (teslimiyet gösterip emirlerine) sımsıkı yapışın. Sizi (cihad için) O seçti ve din konusunda da üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi. Tıpkı babanız İbrahim’in dini gibi. O (Allah) daha önce(ki kitaplarda) ve bu (Kur’an’)da size “müslümanlar” adını verdi. Tâ ki peygamber size şâhit olsun, siz de insanlara şâhit olasınız. Artık namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah’a (emirlerine) sımsıkı yapışın. Mevlânız O’dur. (O) ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır!” (Hac 22/78) [krş. 3/103]

 

ŞEHİTLİK VE ŞEHADET

       Şehadet: Sözlükte bir olaya şahit olmak, bildiğini söyleyip tanıklık etmek, bir yerde hazır bulunmak gibi anlamlarına gelir.

Şehit: Dini bir terim olarak, Allah yolunda öldürülen mümini ifade eder. Çoğulu Şüheda’dır.

 Şehidlik, Hakiki ve Hükmi diye ikiye ayrılır.

 

Sadece Dünya Şehidi         Münafıklar

Sadece Ahiret Şehidi          Hükmi Şehidler

Dünya ve Ahiret Şehidi      Hakiki Şehidler

 

Şehidler elbiseleri ile, yıkanmadan ve kefensiz olarak, Hanefiler hariç, Cenaze namazı kılınmadan defnedilir.

KİMLER ŞEHİDDİR?

 Bir Hadis-i Şerifte Efendimiz sav:

 “Allah yolunda öldürülmekten başka, 7 kısım daha Şehit vardır: 

Taun’dan ölen şehittir. 

Boğularak ölen şehittir. 

Karın ağrısıyla ölen şehittir. 

Yanarak ölen şehittir. 

Göçük altında kalarak ölen şehittir. 

Doğum üzerinde ölen kadın da şehittir.” buyurmuşlar.

 

Yine Efendimiz sav, kimlerin Şehit sayılacağını anlatırken:

“Malı uğrunda öldürülen şehittir. 

Kanı uğrunda öldürülen şehittir. 

Dini uğrunda öldürülen şehittir. 

Ailesi (iffet ve namusu) uğrunda öldürülen de şehittir.”  buyurmuşlar.

 

MALINI KORURKEN ÖLEN DE ŞEHİD OLUR MU?

 

Kıymetli Müminler!

        Ashab'tan birisi Efendimiz sav’e gelerek:

 

Ya Resulallah;  bir kişi gelip malımı almak isterse ne yapayım?  diye sordu.

Peygamber sav:  - Ona malını verme.

Adam:  - Benimle savaşmaya kalkışırsa ne yapayım?

        Peygamber sav:  - Sen de onunla savaş.

        Adam:  - Adam beni öldürürse,

        Peygamberimiz sav:  - Sen şehit olursun. buyurdu.

Adam:  - Peki ben o adamı öldürürsem deyince,

Peygamberimiz sav:  - O cehennemliklerdendir. buyurdu.

 

KİMLER ŞEHİDDİR, KİMLER ŞEHİD DEĞİLDİR?

Peygamber Efendimize sav;

فَقَالَ رَسُولُ الله صلى الله عليه وسلم : مَنْ قَاتَلَ لِتَكُونَ كَلِمَةُ الله هِيَ الْعُلْيَا، فَهُوَ فِي سَبِيلِ الله»

“Biri cesaretini göstermek, diğeri milletini korumak, öteki kendine yiğit adam dedirtmek için savaşan kimselerden hangisi Allah yolundadır? diye soruldu.

Rasûlullah sav şu cevabı verdi:

!!! “Kim Allah'ın sözü (İslâm) yücelsin diye savaşıyorsa, o Allah yolundadır.” buyurdu.” (Tirmizi, Cihad, 16.)

         !!! Haram bir iş üzerinde ya da haram bir şeyin muhafazasını yaparken ölen yada haram bir işi icra edenin koruyuculuğunu yaparken ölen kişi ŞEHİD değildir.

 

ŞEHİTLERİN ÜSTÜN HALLERİ

 

Hadis-i Şeriflerde Peygamber as şehitleri anlatırken;

- Dünyevi amaçlarla olmayıp, yalnız Allah'ın dininin yücelmesi için canını feda edenlerin Şehit sayıldığını,”

- Şehidin, akrabalarından 70 kişiye şefaat edeceğini,”

- şehit olan kişinin acı çekmeden öldüğünü,

- kanının ilk damlası yere düştüğü anda kul hakları dışında bütün günahlarının affedildiğini,

- şehidin kabir azabı çekmeyeceğini, cennetteki makamını göreceğini,”

- cennete ilk girenlerden olacağnıı,

        - Allah katında iyi bir mertebeye erişerek ölen kullar içinde sadece şehitlerin dünyaya dönüp, Allah'ın dinini yüceltmek uğrunda, tekrar tekrar Şehit olmayı isteyeceği, haber vermiştir.

 

Kıymetli Mümin!

 

Şu iki Hadis-i Şerife Dikkat Edelim;

 Hz Ebu Hureyre ra’den rivayetle, Peygamber sav şöyle buyurdu: 

 

- “Kim Cihad etmeden veya Cihat etmeye niyetlenmeden vefat ederse nifaktan bir şube üzerinde ölür.”

        - “Şehit olmayı arzu edip de yatağında vefat edenlere de Şehit sevabı verilir.”

 

        Mümini Cehennemden Uzaklaştırıp, Cennete Sokacak Ameller

 

Kıymetli Müminler!

 

Gelin, Peygamber Efendimiz sav ile Muaz ibri Cebel ra arasında geçen şu sohbete kulak verelim. 

 

“Bir seferinde Rasulullah sav ile beraberdik. 

Muaz b. Cebel ra: - Ey Allah'ın Rasulü beni cehennemden uzaklaştırıp cennete sokacak bir amel söyler misin? dedim.

        Peygamber Efendimiz sav: - Mühim bir şey sordun.  Bu Allah'ın kolaylık nasip ettiği kimseye kolaydır.  Allah'a ibadet eder, O’na hiçbir şeyi ortak koşmazsın. Beş vakit namazı kılar, zekatını verirsin. Ramazan orucunu tutar, Beytullah'ı Hac edersin, buyurdular.

Ve devamla;

- Sana hayır kapılarını göstereyim mi? dedi.

Muaz b. Cebel ra: - Evet ey Allah'ın Rasulü, dedim.

Peygamber Efendimiz sav: - Oruç cehenneme perdedir. Sadaka hataları yok eder, tıpkı suyun Ateşi yok etmesi gibi.  Kişinin geceleyin kıldığı namaz da  Sâlihlerin şiarındandır, buyurdu ve şu Âyeti okudular:

 

تَتَجَافَى جُنُوبُهُمْ عَنِ الْمَضَاجِعِ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ خَوْفًا وَطَمَعًا وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ

“Onlar (gece namazı için) yataklarından kalkarlar, korkarak ve umarak Rablerine yalvarırlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan da (hayır yolunda) harcarlar.” (Secde Suresi 32/16)  [krş. 2/25]  

 

        Sonra sordu:

- Bu din işinin başını,  direğini ve zirvesini sana haber vereyim mi?

Muaz b. Cebel ra: - Evet ey Allah'ın resulü ver, dedim.

Peygamber Efendimiz sav: - Dinle Öyleyse dedi ve açıklamaya devam etti.

Bu dinin başı İslam'dır. Direği Namazdır. Zirvesi Cihattır. 

Şöyle devam etti: - Sana bütün bunları tamamlayan baş ameli haber vereyim mi?

Muaz b. Cebel ra: - Evet, ey Allah'ın Rasulü, dedim.

Peygamber Efendimiz sav: - Şuna sahip ol dedi ve eliyle Dilini işaret etti.

        Muaz b. Cebel ra: - Ey Allah'ın elçisi biz konuştuklarımızdan sorumlu mu olacağız? Dedim.

Peygamber Efendimiz sav: - Anasız kalasıca Muaz! İnsanları yüzlerinin üstüne veya burunlarının üstüne ateşe attıran dilleriyle kazandıklarından başka bir şey değildir.” buyurdular.

 

وَلاَ تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ قُتِلُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ أَمْوَاتًا بَلْ أَحْيَاء عِندَ رَبِّهِمْ يُرْزَقُونَ

فَرِحِينَ بِمَا آتَاهُمُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ وَيَسْتَبْشِرُونَ بِالَّذِينَ لَمْ يَلْحَقُواْ بِهِم مِّنْ خَلْفِهِمْ أَلاَّ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ

        “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Bilakis onlar Rableri katında diridirler ve rızıklanırlar. (Hem de) Allah’ın kendilerine lütfettiği (şehitlik rütbesi)ne kavuşmaları sebebiyle sevinç içerisindedirler. Arkalarından henüz kendilerine (şehit olarak) katılmamış olanlara da, hiçbir korku ve üzüntü olmayacağını müjdelemek isterler.”  (Âli İmran, 3/169-170)  [krş. 2/154]

       

يَسْتَبْشِرُونَ بِنِعْمَةٍ مِّنَ اللّهِ وَفَضْلٍ وَأَنَّ اللّهَ لاَ يُضِيعُ أَجْرَ الْمُؤْمِنِينَ

“(Yine onlar) Allah’ın nimet ve ihsanı ile ve Allah’ın mü’minlerin mükâfatını zâyi etmeyeceği müjdesi ile de sevinirler.” (Âli İmran, 3/171)

 

Aziz Müminler!

 

Bir Hadisi Şerifte Peygamber sav: “Peygamberler cennettedir. Şehitler cennettedir. Çocuklar cennettedir. Diri diri toprağa gömülen kız çocukları da cennettedir.”  buyurmuştur.

 

Amr b Füheyrenin Şehadeti

Kâbe’nin Rabbine Andolsun ki ben Kazandım

 

Âmir b. Füheyre, bi'ri maunenin 70 şehidinden biridir.

O, kendisini öldürmek isteyen Cebbâr b. Sülmâ’yı İslâm’a davet etmiş, Cebbâr ise mızrağıyla ona saldırmıştı. Cebbâr’ın mızrağı Âmir’in sırtından girip göğsünden çıktı. Âmir son nefesini verirken: “Kâbe’nin Rabbine and olsun ki ben kazandım!” dedi. Cebbâr bunu anlayamadı. Adamı öldüren kendisiydi ve o kazanmıştı. Bu adam neyi kazandığını söylüyordu? Ölen kazanır mıydı? Kafası karıştı, günler ve geceler boyu Âmir’in sözlerini düşündü. Araştırdı, sordu ve cennetin var olduğunu, Âmir’in de cennete gittiğini öğrendi. Cebbâr Müslüman oldu. İslâm davetçisi son nefesinde dahi bir kimsenin hidayetine vesile olmuş; şehit, âleme bir can daha vermişti.

Âmir b. Füheyre’yi şehit eden Cebbâr ve Müslümanları katleden ordunun komutanı Âmir b. Tufeyl, Âmir’in cesedinin göklere yükseldiğini ve daha sonra yeniden yere indirildiğini bizzat gördüklerini ifade etmişlerdir. Allah’ın Sevgili Rasûlü, Âmir b. Füheyre'yi meleklerin defnettiğini haber verdi.

Efendimizin hicret arkadaşı, kâtibi, talebesi, cihad meydanlarındaki mücahidi Âmir b. Füheyre radıyallahu anh, şehit olduğunda henüz kırk yaşındaydı. Sevgili Peygamberimiz, o ve arkadaşlarının şehadetine üzüldüğü kadar hiçbir şey için üzülmedi. Dostlarını vahşi bir şekilde katleden zalimlere günlerce beddua etti.

Hz. Âmir b. Füheyre ve kahraman arkadaşlarının uğrunda şehit düştüğü Rabbimizin rızası için yaşamak ümidiyle… Allah tüm şehitlerimizden razı olsun ve onların makamını yüce eylesin. Âmin

Bedir’in İlk Şehidi, Haris bin Süraka

Şimdi sizlerle Bedir Savaşına (Ramazan 624) gidelim!

Haris bin Süraka’nın Rüyası

        Resûlullah (s.a.v.) sabah namazını kıldıktan sonra zaman zaman cemaate döner ve onlara “Sizden bu gece rüya gören oldu mu?” yada “Nasıl sabahladın?” diye sorardı. Şayet “Ben rüya gördüm” diyen olursa adam rüyasını anlatır, Resûlullah SAV da o rüyayı yorumlar ve ne anlama geldiğini açıklardı, Ashabı Kiramın da RA rüyayı tevil ettikleri olurdu. Bir gün yine sabah namazından sonra Resûlullah (s.a.v.) cemaate dönüp “Sizden bu gece rüya gören oldu mu?”  “Nasıl sabahladınız?” diye sordu.

        İleride Bedrin ilk şehitlerinden biri olacak, Enes bin Malik’in halası Rubeyyi binti Nadr’ın oğlu Haris bin Sürakaya “bu gece nasıl sabahladın?” diye sordu.

Haris Bedir’de şehadet şerbetini içtiği zaman sadece 18 yaşında idi, dolayısı ile Efendimiz bu soruyu Haris’e sorduğu zaman o, 17–18 yaşlarında gençliğinin zirvelerinde olan bir delikanlıydı. Yiğit bir ananın, yiğit bir oğlu olan Haris, Efendimiz’in; “Bu gece nasıl sabahladın?” sorusuna muhatap olunca, hiç düşünmeden şöyle cevap vermişti: “Ya Resulullah! Gerçek bir iman sahibi olarak sabahladım.” Tereddütsüz ve kendinden bu kadar emin bir cevap karşısında Efendimiz; “Her iddianın bir hakikati olmalıdır. Senin imanın hakikati nedir?” diye sordu. Haris dedi ki: “Ya Resulullah! Gündüzümü oruçla, gecemi kıyamla geçirdim. Şu anda öyle bir ruh haleti içindeyim ki, Cennet ehlinin ve cehennem ehlinin birbirleri ile konuşmalarını duyuyor ve sanki Rabbimin arşını ellerimle tutar gibi oluyorum.”

Efendimiz sav böyle bir cevap karşısında oldukça etkilendi ve karşısında duran Haris’e dedi ki: “Sen öyle bir insansın ki, tepeden tırnağa iman kesilmişsin.” Haris o gün imanını Efendimiz’in (sav) lisanı ile tescil ettiriyor, böyle önemli bir müjdenin sahibi oluyordu.

Böyle bir imana sahip olan Haris, Bedrin ilk şehitlerinden biri de olacak, nicelerini kendine imrendirtecekti. Bedrin meydanında daha savaş başlamadan, askerlerin en arka safında su içmekte olan Haris, karşı taraftan Hibban bin Arikan’ın attığı bir okun hedefi olacak, elindeki suyun yerine, şehadetin şerbetini içecekti.

Oğlu Haris’in savaş öncesi böyle bir hal üzere vefat ettiğini duyan anne Rubeyyi, Efendimiz’in yanına koşacak; “Ya Resulullah! Oğlum Haris savaş başlamadan öldürülmüş, şimdi onun hali ne olacak?  Şimdi o şehit olarak cenneti hak edebilecek mi?” diye sorular soracaktı.

Efendimiz diyecekti ki: “Ey Rubeyyi! Oğlun Haris tek bir cennette değil, Firdevs cennetlerindedir.” Elbette Haris’in o imanı, böyle bir netice ile sonuçlanacak, hayatı iman yolunda olanın, akıbeti böyle güzel olacaktı.

Enes ra’den rivayetle, Efendimiz sav buyurdular ki:

“Cennete giren hiç kimse yeryüzündeki her şey kendisinin olsa bile,  dünyaya geri dönmeyi arzu etmez.  Sadece Şehit, Yüce Allah’tan, gördüğü aşırı itibar ve ikram sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve on defa şehit olmayı arzu eder.”

        Kıymetli Cennet Yolcuları!

        Nasıl Şehid olmayı arzulamayalım ki?

“Şehidin amel defteri kapanmaz.

Dünyada işlediği güzel ve hayırlı işlerin sevabı da Kıyamet Gününe kadar devam eder. 

Şehit kabirde meleklerin sorgulamalarından ve Kabir azabından muaf tutulur.”

       Örnek Şehit Amr İbni Cemuh'un Uhud'da Şehadeti

 

Hicretin ilk yılı dolmadan Medine’de yapılan ensar ile muhacirlerin kardeş ilân edilmesi (muâhât) merasiminde Hz. Peygamber’in yakın akrabası Ubeyde b. Hâris ile kardeş oldu. Fazla topallaması sebebiyle rahatça savaşamayacağını söyleyen oğulları Hz. Peygamber’in de müdahalesiyle Bedir Savaşı’na katılmasına engel olmuşlardı.

Ancak Uhud Gazvesi sırasında oğulları yine engel olmaya kalkınca, “Siz beni Bedir Seferi’nde cenneti kazanmaktan alıkoymuştunuz” diyerek onları Hz. Peygamber’e şikâyet etti. Sakat olduğu için savaşa katılması gerekmediği halde onu çok istekli gören Hz. Peygamber Uhud’a iştirak etmesine izin verdi.

Evinden ayrılırken: “Allahım! Bana şehidlik ver. Beni şehidliği kaybetmiş olarak bir daha aileme döndürme”, diye dua etti.

Amr b. Cemûh cesaretle çarpıştı. Savaş esnasında “Ben Cenneti istiyorum. Ben Cenneti istiyorum” diye haykırıyordu. Savaşın sonlarına doğru müslüman saflarında dağılma başladığı zaman bile o sebat edip düşmanla mücadeleye devam etti ve sonunda hep arkasında savaşarak onu korumaya çalışan oğlu Hallad ra’la birlikte şehid oldu.

Yeteri kadar kefen bulunamadığı için çok sevdiği arkadaşı ve kayınbiraderi Abdullah b. Amr b. Harâm ile aynı kefene sarıldı ve aynı kabre kondu. Hz. Peygamber bir hadisinde “Onun cennette sapasağlam ayaklarla yürüdüğünü haber vermiştir.” (bk. Müsned, V, 299).

Amr b. Cemûh uzun boylu, cömert, cesur ve şair ruhlu bir zat idi.

Değerli kardeşimiz,

Hz. Ali’nin bildirdiğine göre, Hz. Fatıma el değirmeninin ellerini tahriş etmesinden şikâyetlenerek bir hizmetçi istemek üzere Hz. Peygamber (asm) Efendimize gelmiş; kendisini bulamayınca durumu Hz. Aişe'ye anlatmıştır. Kızının isteğini öğrenen Peygamber Efendimiz (asm) de onların evine gelip, yatmaya hazırlanan kızı ve damadının arasına oturmuş (Bu esnada kalkmak isteyen Hz. Ali'ye izin vermemiş; ayrıca Hz. Ali Nebi Efendimizin ayağının serinliğini göğsünde hissetmiştir.) ve onlara şöyle buyurmuştur:

"Size hizmetçiden daha hayırlı bir şey söyleyeyim mi? Yatağa girdiğiniz vakit otuz üç defa sübhânallah, otuz üç elhamdülillah, otuz üç Allahü ekber deyiniz; bunu demeniz, sizin için hizmetçiden daha hayırlıdır.” [2](

Değerli Kardeşimiz!

Peygamber Efendimizn Ailesinden Bir Örnek

Medinede Müslümanlar güçlenmeye başlamışlar, savaşlar kazanıldıkça, etraftan zakat malları geldikçe, Müslüman fakirlerin durumu yavaş yavaş iyileşmeye başlamıştı. Hz. Alinin de durumu hiç iyi değildi.

Hz. Ali’nin bildirdiğine göre, Hz. Fatıma el değirmeninin ellerini tahriş etmesinden şikâyetlenerek bir hizmetçi istemek üzere Hz. Peygamber sav Efendimize gelmiş; kendisini bulamayınca durumu Hz. Aişe'ye anlatmıştır. Kızının isteğini öğrenen Peygamber Efendimiz sav de onların evine gelip, yatmaya hazırlanan kızı ve damadının arasına oturmuş (Bu esnada kalkmak isteyen Hz. Ali'ye izin vermemiş; ayrıca Hz. Ali Nebi Efendimizin ayağının serinliğini göğsünde hissetmiştir.) ve onlara şöyle buyurmuştur:

"Size hizmetçiden daha hayırlı bir şey söyleyeyim mi? Yatağa girdiğiniz vakit otuz üç defa sübhânallah, otuz üç elhamdülillah, otuz üç Allahü ekber deyiniz; bunu demeniz, sizin için hizmetçiden daha hayırlıdır.” (bk. Buhârî, Fezailü ashab, 9, Nafakat, 6-7, Daavat, 11)

Yani devletin imkanlarını öncelikle Ashabın fakirlerine dağımış  kendi kızına ise yukarıdaki nasihatı yapmıştır.

Ecdadımızdan bir başka Örnek,

Selahattin Eyyubi

 

        2000 kişilik ordusuyla,  Haçlı orduları ve müttefiki Münafık Fatımi ordularını pusuya düşürmek için hiç kimsenin geçmeye cesaret edemediği Tih Sahrasından geçerek gizlice, düşmana arkadan yaklaşan Selahattin Eyyubi, 30.000 kişilik düşman ordusunu görünce ümitsizliğe düşen askerlerine hitaben onları teskin ve teşvik edecek şu maniler konuşmayı yapıyordu:

Askerlerim!

Bilin ki ölüm, Allah'ın huzuruna varmaktır.  Dinini ve imanını müdafaa yolunda Şehadete erenlerin doğrudan doğruya Cennetlik olduğundan hepiniz haberdarsınız.  Şayet rahatımızı düşünüyor olsaydık bize yakışan burada olmak değil, karılarımızın ve çocuklarımızın yanında olmaktı.

Düşmanımızın az ya da çok olması bizi asla yolumuzdan alıkoyamaz.  Şimdi siz kaçmak zilletine düçar olmayı mı yoksa şehit olmayı mı arzu edersiniz?  Allah'ın yardımı şüphesiz bizimledir. O Allah elbette dinine hizmet edenlere zafer verecektir.”

Selahaddin Eyyübinin Serveti

Lüksle, servetle, iktidarla, … dünyanın geçici nimetleri ile imtihan edilen ve bu imtihanda dünya ve nimetlerini elinin tersiyle iten bu Selahattin Eyyubi vefat ettiği zaman baş veziri Şam sokaklarında Dellal gezdirerek şöyle bağırtmıştır:

        Ey Ahali!

        Bilmiş olasınız ki, Mısır'ın, Sudan'ın, Libya'nın, Filistin'in, Şam’ın, Halep'in Musul'un Hicaz’ın ve daha nice ülkelerin hükümdarı olan Sultan Selahattin Eyyubi vefat etmiştir. Şahsi parası cenaze masraflarına yetmediği için, bunlar yakınları ve dostları tarafından karşılanmıştır.

İşte Yüce Allah dünyalık peşinde koşmayıp da sırf kendi rızası için Mücadele edenleri kendi yolunda saf saf cihada koşanları yeryüzünde böylece zaferden zafere koşturur en güzel neticeleri onlara verir.

Kıymetli Müminler!

Elbette ki Allah sırf kendi rızası uğrunda mücadele eden kullarını destekleyecek. Dünyada da Ahirette de onları mahcub etmeyecekti. O Kutlu Peygamber sevdalısı Cennet yolcuları, dünya ve dünyalık adına hiçbir şeye tamah etmemişlerdi. Allah da Onların izzet ve şerefini artırmıştı.

         Yavuz Sultan Selim'in Kıyafeti Ve Kılıcı[3]

Kıymetli Müminler!

Gelin Şimdi de sizlerle Yavuz Sultan Selim Han’ın devrine gidelim. Yavuz Sultan Selim pek sade giyinmeyi severdi.  Bunun sebebini soranlara,  süslü ve şaşaalı giyinmek külfetten başka bir şey değildirNiçin boş yere bu külfete katlanayım, derdi.

Bir elbiseyi eskiyene kadar giyer, bütün devlet erkanı da böyle davranmak zorunda kalırdı.  Bir defasında Venedik Elçisinin İstanbul'a gelip huzura çıkacağı haberi geldi.  Bunun üzerine Vezirler üzerlerindeki hayli eskimiş elbiseleri değiştirme ihtiyacı hissederek, Sadrazam aracılığıyla durumu Yavuz'a tedirginlikle de olsa bildirdiler.  Yavuz da Vezirlerinin yeni elbiseler giymelerine müsaade etti.

        Elçinin geleceği gün bütün Vezirler yeni elbiseleriyle Padişah’ın huzuruna vardıklarında, Padişah’ın eski elbiseleriyle hazır olduğunu gördüler. Bu durum karşısında bütün Vezirler üzerlerindeki görkemli ve yeni elbiselerinden dolayı utanıp mahcup olmuşlardı. Yavuz Sultan Selim tahtına oturmuş, keskin kılıcını çekip tahtın basamağına koymuştu. Karşı Pencereden vuran gün ışığı altında, kılıcın parıltısı gözleri kamaştırıyordu. 

        Görüşme bitip Elçi dışarı çıktıktan sonra, Yavuz Sadrazam’a dönerek:

        Paşa var Elçiye sor, bizi nasıl bulmuşlar, dedi.

        Sadrazam, Padişahın emrini yerine getirip döndü ve elçinin İntibaını nakletti.

        “Sultanım Venedik Elçisi o kılıcın parıltısı gözümü öyle aldı ki kendilerini göremedim bile” demektedir.

Yavuz Sultan Selim tebessüm etti ve orada bulunan Devlet Erkanına kılıcını göstererek:

“İşte bu kılıcımızın ağzı kestikçe, kafirler gözünü ondan asla ayıramazlar ve bizi görmezler. Ama, hafazanallah, bir gün bu Kılıç kesmez ve parlamaz olursa o zaman küffar bizi hem hor görür hem de bize tepeden bakar” dedi.

        Bugün bir devlet yetkilisinin “2000'den fazla Avrupa Birliği uyum yasası çıkardık” demesini Yavuz Sultan Selim'in bu uyarısının neresine koyabiliriz.

 

MÜSLÜMANLARIN İNANÇ VE YAŞANTISINDA İSLAMDAN UZAKLAŞMALARI

Yaşadığımız bu zamanda, insanımızın nasıl savrulduğunu, zamana, mekana duruma göre nasıl da hemen şekil alıp değiştiğine çokça şahid oluyoruz. Dün iyi dediğine bugün nasıl kötü dediğini, dün yerden yere vurduğunu bugün nasıl göklere çıkardığını üzülerek görmekteyiz.

       

!!! Kaypak, namert, bukalemun gibi değişen bu tipler, eğer bir menfaati varsa, Dinlerini, mertliklerini şeref ve haysiyetlerini bile terk eder, az bir menfaate satarlar.

        Bu tahlilden yola çıkarak şu Hadisi şerifi, insaflı ve temiz zihinlerinize sunmak istiyorum.

 

        !!!     Dindar Olmak Da Dinden Çıkmak Da Çok Kolaydır.

Ebu Hureyre Radıyallahu anh'ten rivayet edildiğine göre Resulullah sav şöyle buyurdu: “Hayırlı ve iyi ameller hususunda acele edin. Zira yakın bir zamanda karanlık geceler gibi bir takım fitneler ortayı kaplayacak. O zaman kişi Mümin olarak sabahlar da kafir olarak akşama çıkar. Mümin olarak akşama erişir de, kafir olarak sabaha çıkar. Dinini basit bir dünyalığa satar.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوَاْ إِن تُطِيعُواْ فَرِيقًا مِّنَ الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ يَرُدُّوكُم بَعْدَ إِيمَانِكُمْ كَافِرِينَ

“Ey iman edenler! Eğer Kitab verilen (hıristiyan ve yahudi)lerden herhangi bir gruba uyarsanız (onların İslâm’a aykırı hallerini ve yaşayış şekillerini, plan ve programlarını benimseyip kendinizi onlara benzeme ve beğendirme tavrına ve yarışına girerseniz, iyi bilin ki onlar), sizi (ve neslinizi) imanınızdan (ve mânevî değerlerinizden koparıp, birbirinize hasım yapar) sonra küfre/kâfirliğe döndürürler.” (Âli İmran, 3/100)[4] 


وَلَن تَرْضَى عَنكَ الْيَهُودُ وَلاَ النَّصَارَى حَتَّى تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْ قُلْ إِنَّ هُدَى اللّهِ هُوَ الْهُدَى وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ أَهْوَاءهُم بَعْدَ الَّذِي جَاءكَ مِنَ الْعِلْمِ مَا لَكَ مِنَ اللّهِ مِن وَلِيٍّ وَلاَ نَصِيرٍ

        “Sen, onların milletlerine (dinlerine)[50] uyuncaya kadar yahudi ve hıristiyanlar senden asla hoşnut olmayacaktır. (Resûlüm!) Onlara de ki: “Allah’ın hidayeti (olan İslâm) doğru yolun ta kendisidir.” Sana gelen bunca ilimden (Kur’an’dan) sonra eğer onların arzu ve heveslerine uyarsan, artık senin için Allah’tan yana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır. (Bakara, 2/120)[5] 

Muhterem Müslümanlar!

        VEHN HASTALIĞI

Bir gün ashabıyla sohbet ederken Peygamber sav ümmetinin bugünkü halini bakın bize nasıl haber vermiş: 

“Pek Yakında aç İnsanların sofralara üşüştüğü gibi diğer milletler de sizin üzerinize üşüşecekler. Sahabeden birisi: Biz az olduğumuz için mi böyle olacak, ya Rasulallah diye sordu. Peygamber Aleyhisselam: Bilakis, Siz o gün çok olacaksınız. Fakat sel sularının sürüklediği çer-çöp kabilinden değersiz ve zayıf kimseler haline geleceksiniz. Allah düşmanlarınızın kalbinden sizin Heybet ve saygınlığınızı giderecek. Sizin kalbinize vehn koyacak. Oradakilerden birisi vehn nedir ya Rasulallah ? diye sordu. Peygamber aleyhisselam da, dünya sevgisi ve ölüm korkusudur,” buyurdular.

 

Talut (Mümin Komutan) ve Calut (Kafir Komutan) hadisesini okuduğumuz Bakara Sûresinin 249 ve 250. Âyeti Kerimelerine dikkat ettiğimizde:

 

“Tâlût (cihad için Kudüs’ten) askerler(iy)le ayrılınca dedi ki: “Şüphesiz Allah, sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim ondan (kana kana) içerse benden değildir. Eliyle sadece bir avuç alanlar dışında kim ondan tatmazsa bendendir.” Pek azı dışında onlar (nehre varınca) ondan (bol bol) içtiler. Nihayet (Tâlût’un) kendisi ve beraberindeki inananlar (ırmağı) geçince, (içenler geçemeyip:) “Bugün bizim (zalim) Câlût ve askerlerine karşı gücümüz yok.” dediler.[109] Allah’a kavuşacaklarını kesin bilen (Tâlût’a itaat edip nehri geçen)ler ise: “Nice az bir topluluk, Allah’ın izniyle, çok olan bir topluluğa galip gelmiştir. Allah sabır (ve sebat) edenlerle beraberdir.” dediler.” [bk. 3/13]

 

“Savaş için, Câlût ve askerlerine karşı meydana çıktıklarında şöyle dediler: “Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır (ve sebat) yağdır ve ayaklarımızı sabit (bizi metanetli) kıl ve kâfirler toplumuna karşı bize yardım et/zafer ihsan eyle.”

 

Talut ve Ordusu, önlerine çıkan serinleten ırmaktan sadece birer avuç içen askerleri ile kendilerinden çok daha kalabalık orduları mağlup ederken, o serinleten sudan kana kana içen askerleri ise düşmanlardan korkmuşlar ve imtihanı kaybetmişlerdir.

 

أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تَدْخُلُواْ الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَعْلَمِ اللّهُ الَّذِينَ جَاهَدُواْ مِنكُمْ وَيَعْلَمَ الصَّابِرِينَ

“Yoksa Allah içinizden cihad edenleri ayırt edip ortaya koymadan, sabır (ve sebat) edenleri belirleyip meydana çıkarmadan (kolayca) cennete gireceğinizi mi sandınız?”  (Ali İmran, 3/142)  [krş. 2/214; 29/23] 

 

Kıymetli Müminler!

 

Gelin Biraz Da Sizlerle Endülüs İslam Devletine (756-1031- 600binm2) Uğrayalım

 

        Muaviye bin Hişâm'in oğlu Abdurrahman Orduları ile İspanyaya geçerek oradan da Fransa işlerine kadar ulaşıp, Endülüs Emevi İslam Devletini kurarak, dünyanın hakim gücü olmuşlardı bu güç Zalim değil Adil idi.

 

        Eviler İspanya'da tam bir İslam egemenliğini kurmuşlar, ancak zamanla başa geçen hükümdarlar cihadı bırakıp saraylarda zevk ve sefa sürmeye başlamışlardı. Ardından gelen taht kavgaları ve iktidar sevdası kardeş kanını dökülmesine sebep olmuş ve yıkım dönemi başlamıştı.

 

        Avrupalılar büyük bir taarruzla Endülüs Emevilerini Batı Avrupa bölgesinden çıkardılar. Son Endülüs Halifesi Endülüs'ten ayrılırken hıçkırıklarla ağlarken annesinin şu VeciZ sözü çok önemlidir.

!!! “Ağla evladım Ağla! Dün erkekler gibi savaşmayanlar, bugün kadınlar gibi hıçkırıklarla ağlamak zorundadır.”

 

        CİHADIN TERKEDİLMESİ

Sohbetimizde de anlattığımız gibi Yüce kitabımızın Meryem Suresi 19'a 59 ayeti bizim için çok önemlidir.

فَخَلَفَ مِن بَعْدِهِمْ خَلْفٌ أَضَاعُوا الصَّلَاةَ وَاتَّبَعُوا الشَّهَوَاتِ فَسَوْفَ يَلْقَوْنَ غَيًّا

“Kendilerinden sonra arkalarından öyle (kötü) bir nesil geldi ki namazı bıraktılar ve şehvetlerine uydular.[9] İşte (bunlar), azgınlıklarının cezasına uğrayacaklardır. (Yahut, cehennemin Gayyâ vadisini boylayacaklardır.)” (Meryem, 19/59)   

        İbni Ömer ra’den, Rasulullah sav'in şöyle dediği rivayet edilmiş:

“Siz iyne ile (veresiye) ile satın almaya başladığınızda. İneklerin kuyruklarına tutunduğunuzda, Ziraate razı olduğunuzda ve Cihadı terk ettiğinizde, Allah üzerinize zilleti musallat kılar. Dininize dönünceye kadar Allah onu sizden söküp atmaz.”


Bir başka hadis-i Şerif:

“Canım kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, ya iyiliği emreder, kötülüğü yasaklarsanız. Ya da Allah size katından bir ceza gönderir de, sonra ona dua edersiniz, duanız kabul olmaz.” 

 

Aziz Müminler!

 

İstanbul'un fethi olayına gitmeden önce, Hz. Ebu Eyyub el Ensari Hazretlerinin Hayatına bir göz atalım.

 

Hazrec kabilesinin Neccâroğulları kolundandır. Hicretten iki yıl kadar önce hanımı Ümmü Eyyûb ile birlikte müslüman oldu ve ensardan İslâmiyet’i ilk kabul edenler arasında yer aldı.

 

Hicretten sonra Resûl-i Ekrem onunla, ileri gelen sahâbîlerden Mus‘ab b. Umeyr arasında kardeşlik bağı (muâhât) kurdu. Hz. Peygamber’le birlikte Bedir, Uhud, Hendek, Hayber, Mekke’nin fethi ve Huneyn başta olmak üzere bütün gazvelere katıldı. Savaşlarda ona zarar gelmemesi için yanından ayrılmaz, hatta bazı geceler çadırı etrafında nöbet tutardı. Vahiy kâtiplerinden olması sebebiyle Hz. Peygamber zamanında Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinin bir araya getirilmesine hizmet etti. Ashap arasında ilmiyle de tanındığı için kendisine sorulan dinî konularda pek çok fetva verdi.

 

Ebû Eyyûb Hz. Ebû Bekir devrindeki savaşlarla Hz. Ömer devrinde yapılan Suriye, Filistin ve Mısır seferlerine katıldı. Kıbrıs seferinde de bulundu (28/648-49). Medine âsilerin eline geçip Hz. Osman’ın namaz kıldırması engellenince (35/656) herkes tarafından sevilip sayıldığı için Hz. Ali’nin tavsiyesi üzerine bir müddet imamlık yaptı. Hz. Ali halifeliği döneminde Irak’a gittiğinde onu Medine’de yerine vekil bıraktı. Hâricîler’le ve Muâviye ile yapılan savaşlarda Hz. Ali’nin yanında yer aldı.

 

Sağlıklı olan herkesin Allah yolunda savaşa katılması gerektiğine inanan Ebû Eyyûb el-Ensârî, “Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayınız” (el-Bakara 2/195) meâlindeki âyette sözü edilen tehlikeyi savaşa gitmeyip işiyle gücüyle meşgul olmak şeklinde açıklardı. Bu sebeple ihtiyarlık döneminde bile her yıl bir savaşta bulunmaya gayret etti.

 

Katıldığı seferlerin sonuncusu müslümanların ilk İstanbul kuşatması oldu. Onun bu kuşatmadan bir yıl sonra (49/669) gönderilen Yezîd b. Muâviye kumandasındaki takviye birliğin içinde bulunduğu da rivayet edilmektedir. Ebû Eyyûb, kuşatma devam ederken hastalanarak 49 (669) yılında vefat etti. Ancak 50 (670), 52 (672) veya 55 (675) yıllarında öldüğü de ileri sürülmüştür.

 

Cenaze namazını Yezîd b. Muâviye kıldırdı. Vasiyeti üzerine bir askerî birlik tarafından surlara yakın bir yere götürülerek oraya defnedildi. Durumu öğrenen Bizans imparatorunun kuşatma kalktıktan sonra onu kabrinden çıkarıp vahşi hayvanlara yedireceğini söylediği, fakat İslâm ordusu kumandanı tarafından gönderilen cevapta, böyle bir şey yapıldığı takdirde İslâm ülkesinde yaşayan hıristiyanların ve kiliselerin zarar göreceği bildirilince kabre dokunmayacaklarına dair teminat verdiği nakledilmektedir.

 

Ebû Eyyûb’un kabrinin sonraları bir bina içine alındığı, kıtlık zamanında kabrini ziyarete gelen hıristiyanların onun hürmetine yağmur istediği ve asırlar boyunca bu kabrin itina ile korunmuştur. Fâtih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethinden sonra kabrin yeri Akşemseddin tarafından keşf yoluyla belirlenmiştir.

 

        FETİH NEDİR?

 

Arapça’da “açma, yol gösterme, hüküm verme, galibiyet ve zafere ulaştırma” anlamlarına gelen fetih (feth, çoğulu fütûh, bunun da çoğulu fütûhât), terim olarak “İslâm’da meşrû görülen savaşlar hakkında cihad kelimesine benzer şekilde, müslümanların gayri müslimlerden gerçekleştirdikleri toprak kazançlarını tarihte ve günümüzde bilinen diğer istilâ ve sömürü savaşlarından ayırmak amacıyla kullanılmıştır;” kaynağı da müslümanların geçmiş ve gelecekteki maddî-mânevî zaferlerinden bahseden “Feth sûresidir”. İslâm sancağı altında Hz. Peygamber ile sahâbîler tarafından gerçekleştirilen zaferlerle dolu sefer ve savaşlar için kaynaklarda sık sık bu terime yer verildiği görülür.

       

İslâm fetihlerinin esas gayesi i‘lâ-yi kelimetullah’tır. Nitekim Hz. Peygamber sav’e, “Allah yolunda olan kimdir? Ganimet kazanmak için harp eden mi, cesaretiyle şöhret kazanma amacında olan mı, yoksa kabilesiyle dayanışma halinde bulunduğunu göstermek isteyen mi?” diye sorulduğunda, şu cevabı vermiştir: “Hiçbiri değildir. Sadece Allah’ın adını yüceltmek için savaşan kimse Allah yolundadır” [6] 

 

        Fatih Kime Denir?

        Fethi gerçekleştiren İslam Komutanına da Fatih denilir.

 

İSTANBUL’UN FETHİ

 

"Kostantiniyye muhakkak fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır, onu fetheden askerler ne güzel askerlerdir!" (Ahmed bin Hanbel; Müsned, c. 4, s. 335)

 

6 Nisan 1453 - 29 Mayıs 1453 tarihleri arasında, 53 gün süren yoğun bir kuşatmanın sonucunda Osmanlı Devleti padişahı II. Mehmed komutasındaki Osmanlı ordusunun Bizans İmparatorluğu'nun başkenti olan İstanbul'u ele geçirmesidir.

 

Fatih Sultan Mehmet Han  1451 - 1481

 

Fatih Sultan Mehmet Han, İstanbul'u küffarın elinden almayı murat edince Divan Meclisinin Edirne'de toplanmasını emredip, fethe kesin olarak niyet ve azmettiğini devlet adamlarına bildirmek istedi. Aynı zamanda, Akşemseddin, Molla Gürani ve Zağanos Paşa gibi zatlar da Peygamber sav’in müjdesine kavuşmak için, dualarıyla, Padişaha destek oldular.

 

Bizans İmparatoruyla öteden beri dost olan Çandarlı Halil Paşa ise küffar ile işbirliği ettiği için, taraftarlarıyla birlikte;         “Hünkarım sen o surların yüksekliğini bilir misin Konstantiniye’yi fethetmek göğü fethetmek gibidir. Anka kuşunu avlamak gibidir. Ondan Fetih ummak, şeytandan Hayır ummaya benzer. …” gibi sözlerle olanca güçleriyle padişaha köstek olmaya çalışıyorlardı.

        Tacîzâde Câfer Çelebi'nin ifadesine göre; işbirlikçi Çandarlı ve taraftarlarının muhâlefetine rağmen, Sultan Mehmed Han Edirne'de topladığı dîvân meclisinde, İstanbul'u fethetme yönündeki azîm ve karârından vazgeçmeyeceğini etrâfındakilere şöyle açıklamıştı:

 

"Allah en basit ve âdî bir şeyin hâsıl olmasını murâd etse, kâinâtın cümlesi hilâfına gayret eyleseler faydası olmaz! Yine gâyet basit bir işi de murâd buyurmuş olmasa, cümle âlem imkân vermeğe kasd eylese zafer bulamaz! Bu hususta i'timâdım ne mâl ve mülk bolluğuna, ne ordu ve cengâver fazlalığına, ne de harb ve savaş âletlerinin çokluğunadır; bilâkis, ancak Hakk'ın lûtfuna ve inâyetinedir!

Aslî gâyem dahî, Islâm'ın esaslarını izhâr edip açığa çıkarmaktan gayrısı değildir!

 

Eğer o kalenin benim elimde feth olması takdîr olmuş ola; burç ve hisârları taş ve toprakdan değil de, sâfî demirden dahî olsa, hışm ve kahrımın ateşiyle onu mum gibi eritip yumşâğ eylerim!

 

Ve eğer Hakk'ın murâdı şu türlü dahî olursa ki: "Kişi her istediğine erişemez, rüzgârlar her zaman gemilerin yönünce esmez!"; belki Cenâb-ı Bârî'nin beni niyyetimle sevablandırması âşikârdır. Amma hâşâ, Ol Kerîm Pâdişâh'ın nihayetsiz lûtfu ki, bir âcîz bendesi niyyet-i hâlisa ile bir hayrı murâd edip de Cenâb'ına teveccüh eyleye... O onu mahrûm ve ümidsiz eylemez!" ("Mahrûse-i İstanbul Fetihnâmesi", s. 8.)

 

O'nun gâye ve hedefi İ'lâ-yı Kelimetullâh'tı. Hayatını dîninin ve milletinin yücelmesine, küfrün ve kâfirlerin yeryüzünden silinmesine adamıştı.

 

Nitekim devrin târihçilerinden Kıvâmî'nin ifâdesine göre, pâdişah fetihten önce topladığı dîvân meclisinde bu gâyesini açıkça dile getirerek şöyle söylemişti:

 

"Dünya sarayına gelen pâdişahların her biri bir ad ile yâd olunur. Ben dahî din-i Muhammedî yolunda can ve baş ortaya koyup gazalar edeyim; Hakk Te'âlâ'nın düşmanları elinden Allah'ın inâyetiyle memleketler feth edeyim! Tâ ki dârü'l-harp, dârü'l-İslâm ola!.." (Kıvâmî, "Fetihnâme'-i Sultân Mehmed", s. 38.)

 

Yine Tâcizâde Ca'fer Çelebi'nin naklettiği üzere; Fâtih Sultan Mehmed Han İstanbul'u fethedeceği gün seher vaktinde Allah-u Teâlâ'ya yalvararak, asıl gâyesinin O'nun yolunda cihad edip, hıristiyanlığın çirkin ve sapık akîdesini kökünden kazımak olduğunu dergâh-ı Ulûhiyyet'e şöyle arzetmişti:

 

"İlâhî! Ey Hâlik! Ey Melik! Ey Yaradan! Alîmlerin Alîm'i pâdişahsın, her şeyden haberdârsın ki, çirkef hasım ve alçak düşman; "De ki: O Allah bir tekdir. Allah Samed'dir; her şey O'na muhtaç, O hiçbir şeye muhtaç değildir." Âyet'i, Vahdâniyyet'i gün gibi izhâr ederken; "Doğurmamış, doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi ve benzeri değildir." kelimesi, Zât-ı mukaddes'ine denk ve benzer olmadığın ulu bir sadâ ile bildirir ve haber verir iken; hepsini külliyyen inkâr eyleyip, kadın ve erkek ve hısım nisbetin edip, 'üçün üçüncüsü' isnâd eyleyen zâlimlerdir. İsâ zamânı tamâm olalıdan beri, Cibrîl'in nüzûlüne ve vârid ve tenzîl kılınan vahye ikrâr etmeyip; 'Mesih de, mukarreb melekler de Allah'a kul olmaktan aslâ çekinmezler' buyruğunu tasdîk etmeyen dinsizlerdendir. Pâk olmayan asılları: "Benden sonra gelecek, ismi Ahmed olan bir Peygamber'i size müjdelerim!' Âyet'ini İncîl yapraklarından giderip, kendileri dahî; 'Biz evvelki atalarımızdan bunu işitmedik!' fikrini bahane edinip; 'Siz de, atalarınız da apaçık dalâlettesiniz!' hitâbıyla muhâtap olan sefîllerdendir.

 

Ben âcizin dahî maksadı: 'Allah'a imân etmeyenlerle savaşın!' emrine imtisâl etmekle; 'Allah yolunda nasıl cihad etmek lâzım geliyorsa; öylece, hakkıyla cihad edin!' zümresinden sayılıp, elimden geldikçe sana lâyık amelde bulunmaya gayret etmekdir. İrâde senin, kudret senin, inâyet senin, kuvvet senin!

'Bizim uğrumuzda, bizim için mücâdele edenlere elbette yollarımızı gösteririz!' ilâhî müjdesi mucibince benden taleb ve ricâ, Sen'den tevfîk ve rızâ!.." ("Mahrûse-i İstanbul Fetihnâmesi", s. 197-198.)

 

Fâtih Sultan Mehmed Han bu niyâzını:

 

"Ey Rabb'imiz! Üzerimize sabır yağdır! Ayaklarımıza sebat ver! O kâfirler gürûhuna karşı bize yardım et!.." Âyet-i kerime'si ile tamamlamıştı. (Bakara: 250)

 

Osmanlı bayrağını Topkapı surları üzerinde gören ve o andan itibaren "Fatih" ünvanını alan Sultan Mehmed, Peygamber sav Efendimiz'in müjdesine mazhar olmanın verdiği sevinçle atından inip yere kapandı ve Allah-u Teâlâ'ya hamd ve senada bulundu. Henüz 21 yaşında idi.

 

Resulullah sav Fetih'ten sekiz yüz sene kadar evvel bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuştu:

 

"Kostantiniyye muhakkak fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır, onu fetheden askerler ne güzel askerlerdir!" (Ahmed bin Hanbel; Müsned, c. 4, s. 335)

 

Bu müjde-i peygamberî'ye nâil olan Fatih ve onun ordusu bütün İslâm âleminde müstesna bir teveccüh ve tebrike garkolmuş, Küffar ise büyük bir ye'se ve hüsrana düşmüştü. Roma'da mesken tutan, mütemadiyen haçlı sürüleri tertip etmekle uğraşan fitne-fesad yuvası papalık büyük bir korkuya kapıldı. Sıranın kendilerine geleceğini hesap edip, Fatih'in vefatına kadar büyük bir tedirginlikle yaşadılar.

 

Nitekim Fatih bütün Avrupa'yı fethetmek ve İslâm'ı egemen kılarak adaleti yaymak istiyordu. Bu nedenle İtalya'ya Gedikli Ahmed Paşa kumandasında bir sefer düzenlendi. Zanta, Kefalonya, Ayamavra adaları İtalya'nın Otranto ve çevresi alındı. Ancak Fatih'in 1481'de ölümüyle bu seferler durduruldu.

 

Fatih vefat ettiğinde bütün küffar milletleri bayram yaptı, şenlikler tertip etti.

 

Fatih her sene en son keşiflere göre ordunun silâhlarını yeniletmiş, ikinci derecede bir deniz kuvveti olarak teslim aldığı donanmayı, dünyanın birinci deniz kuvveti haline getirmiştir.

 

!!! Ortaçağ'ı kapatarak Yeniçağ'ı açan Fatih Sultan Mehmed Han, ihtida edip Yakup Paşa adını alan Venedik'li bir yahudi tarafından zehirlenerek şehid edilmiştir. Vefat ettiğinde 51 yaşında idi.

 

Bu dönemde, Molla Gürani, Molla Hüsrev, Hocazade, Çelebi, Ali Kuşçu gibi ilim ve irfan ehli kimseler yetişmiştir.

 

Devrinde 308 cami yapılmış, büyük âlimler yetişmiş, mühim eserler yazılmıştır.

 

Hükümdarlığının yanısıra aynı zamanda usta bir şâir de olan Fatih, "Avnî" mahlâsıyla fevkalâde güzel şiirler yazmış; şiirlerinden birinde pâdişahlık ve gazâ konusundaki gâye ve hedefini şöyle açıklamıştır:

 

İmtisâl-i câhidû fi'llâh olupdur niyyetüm,

Din-i İslâm'ın mücerred gayretidür gayretüm.

Fazl-ı Hakk-u himmet-i cünd-i ricâlullâh ile,

Ehl-i küfrü ser-tâ-ser kahreylemekdür niyyetüm.

Enbiyâ-vü evliyâya istinâdum var benüm,

Lûtf-i Hakk'dandur hemân ümmîd-i feth-u nusretim.

Nefs-ü mâl ile n'ola kılsam cihanda ictihâd?

Hamd-ü li'llâh var gazâya sad-hezârân-ı rağbetüm.

Ey Mehemmed! Mu'cizât-ı Ahmed-i Muhtâr ile,

Umaram gâlib ola a'dâ-yı dine devletüm.

 

         Hülasa

 

        Değerli Kardeşlerim!

 

        Bu vesile ile, din, iman, vatan, namus, mal-mülk, …  gibi her türlü kutsallarımız uğrunda, malıyla, canıyla savaşmış  Kahraman Gazilerimizi ve canını feda etmiş Aziz şehitlerimizi rahmet ve minnetle anıyoruz. Ruhları şad, makamları Ali, şefaatleri üzerimize olsun.

Amin!

        Onlar nefretlerinde ve sevdalarında, korkularında ve ümitlerinde her daim Allah cc ve Rasulullah sav'i rehber edindiler. Biricik Rabblerinin rızasına ulaşamamaktan, rahmet Peygamberi sav’in Livaül Hamd’inin altında toplanamamaktan ve Kevser Havuzundan içememekten korktular. Allah'ın ipim dediği Kur'an'a sarıldılar. Uyun! dediği sünnet yoluna koyuldular. Korktular Maide Suresindeki şu ayetin kendileri için olacağından:

 

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ مَن يَرْتَدَّ مِنكُمْ عَن دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لآئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللّهِ يُؤْتِيهِ مَن يَشَاء وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, o zaman Allah, (sizin yerinize) kendisinin onları, onların da kendisini sevdiği, mü’minlere karşı gayet alçak gönüllü/yumuşak, kâfirlere karşı da oldukça onurlu ve sert bir toplum getirir ki onlar (her türlü gücüyle) Allah yolunda cihad ederler, hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu Allah’ın lütfudur ki onu dilediğine verir. Allah lütfu geniş olandır, (her şeyi) bilendir.”  (Maide Suresi, 5/54) [bk. 6/89] 

 

        Kıymetli Dostlar !

 

        Mehmet Akif'in de dediği gibi:

 

 Zannetme ki ecdadın asırlarca uyudu

 Nereden bulacaktın o zaman eldeki yurdu

 Üç kıtada yer yer kanayan izleri şahit

 Dİnlenmedi bir gün o büyük Şanlı Mücahit

 

        Ecdadımız yapması gerekeni yaptı ve küfrü ve kafirleri hezimete uğrattı. Ancak ardından gelen nesiller, bizler de, Ecdadımızın Cihad ve Şehadet anlayışına sarılmadığımızdan dolayı, maalesef nefislerimizin, şeytanın ve kafirlerin tuzaklarına düştük. Gelinen son noktada her karış toprağında Şehit kanı olan şu İslam coğrafyasının, şu vatanımızın her köşesinde, zina, içki, kumar, iffetsizlik, faiz, açıktan işlenir hale geldi. Haramlar diz boyu.

 

        Ömer hayyam’ın tarif ettiği;

 

        Bir elde kadeh, bir elde Kuran;

Bir helâldir işimiz, bir haram.

Şu yarım yamalak dünyada

Ne tam kâfiriz, ne tam müslüman!

 

Kıymetli Müminler!

 

        Çanakkale'de Arap'ı, Kürdü, Türkü, Laz'ı, Çerkezi, Hintlisi, Bosnalısı, Filistinlisi, daha nice renkleri, ırkları ve dilleri, memleketleri ayrı olan Müminler cephede kafire karşı:

 

        Allah, kendi yolunda (birbirine) kurşunla kenetlenip kaynaşmış bir yapı gibi saf halinde (kendi yolunda) savaşanları sever.” (Saf, 61/4) 

ayetinin gereği olarak Tek Yürek savaşırlarken bugün bu milletlerin birbirine düşman haline gelmesi, geçmişimizi unuttuğumuzun, Ecdadımızın yolundan çıktığımızın, İslamdan saptığımızın birer delili ve ispatı değil mi?

 

 SONUÇ

 

وَأَطِيعُواْ اللّهَ وَرَسُولَهُ وَلاَ تَنَازَعُواْ فَتَفْشَلُواْ وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ وَاصْبِرُواْ إِنَّ اللّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ

“(Ey iman edenler!) Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, yoksa korkaklaşırsınız da rüzgarınız (hızınız, cesaretiniz) kesilir (kuvvet ve devletiniz elden gider). Bunun için sabırlı (ve müsamahalı) olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.”  (Enfal, 8/46)

  وَلاَ تَهِنُوا وَلاَ تَحْزَنُوا وَأَنتُمُ الأَعْلَوْنَ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ

“(Ey mü’minler!) Gevşemeyin ve üzülmeyin. Eğer (gerçekten) mü’min iseniz (düşmanlarınızdan) çok üstünsünüzdür.”
  (İmran, 3/139)

 

Sohbetimizi Mehmet Akif'in şu dizeleriyle bitirelim.

 

Girmeden tefrika bir millete düşman giremez.

Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.



[1] Cihad ancak, müslümanlara cephe alan/düşmanlık eden ve savaş açanlara karşı, Allah nizamının hâkim olması için yapılır.

[2] bk. Buhârî, Fezailü ashab, 9, Nafakat, 6-7, Daavat, 11)

[3] Tahtı devraldığında (1512) 2.092.000 km2 olan Osmanlı topraklarını 8 yıl gibi kısa bir sürede 3 kat büyütmüş ve ölümünde (1520) imparatorluk topraklarının 1.702.000 km2'si Avrupa'da, 1.905.000 km2'si Asya'da ve 2.500.000 km2'si Afrika'da olmak üzere toplam 6.557.000 km2'ye çıkarmıştır.

[4] [bk. 2/120; 3/149; 4/59; 5/49-50, 54-57; 7/45, 56; 11/19; 60/4, 6]

[5] [krş. 3/100, 118, 120, 149] 

[6] (Buhârî, “ʿİlim”, 45, “Cihâd”, 15, “Tevḥîd”, 28; Müslim, “İmâre”, 149-151).

İçindekiler




Üç Şehir ve Üç Mescid

 





اَلْحَمْدُ لِلَّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارْ، اَلْعَزِيْزِ الْغَفَّارْ، مُكَوِّرِ اللَّيْلِ عَلَى النَّهَارْ، تَذْكِرَةً لِأُولِى الْقُلُوْبِ وَالْأَبْصَارْ
اللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكَ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ النَّبِيِّ الأُمِّيِّ الْحَبِيبِ الْعَالِي الْقَدْرِ الْعَظِيمِ الْجَاهِ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ


السَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللَّهِ وَبَرَكَاتُهُ

Kıymetli Misafirler


Rabbimize Hamd, Efendimiz’e salat ve selamlar olsun. Allahın selamı, rahmeti, mağfireti, bereketi, sağlık ve afiyeti sizlerin, bütün Müminlerin üzerine olsun! Amin!

Bu günkü sohbetimiz, üç Kutsal Mescid ve üç kutsal şehir üzerine olacak. Rabbim hakkıyla anlatabilme anlayabilmeyi, ihlas ve samimiyetle yaşayabilmeyi hepimize nasip eylesin. Amin!

Hz. Adem as Cennette


Rabbimiz insanı yaratmayı murat eyleyince, ilk önce Hz. Adem as’ı yaratmış, ondan da eşi Hz. Havva’yı yaratıp Cennetine yerleştirmişti. Cennette diledikleri gibi huzur ve mutluluk içerisinde bir hayat yaşayan Adem Ailesine, “dilediğinizi yiyin için ama bir tek şu ağacın meyvesine yaklaşmayın” diye de tembihlemişti.

Daha önceden yaratılan Melekler ve Şeytandan sonradan yaratılan “Ademe hürmet etmesi istenince”, Melekler itaat etmiş, Şeytan ise kendini daha dağerli ve üstün görerek kibirlenmiş ve isyan edenlerin ilki olmuştu.

Bu isyanıyla birlikte Allah nazarındaki derecesi iptal olmakla kalmamış, lanetlenip, rıza makamından da kovulmuştu.

Bunu hazmedemeyen şeytan da Adem as Ailesine karşı olan kibir ve kıskançlığından dolayı, “Ademi ve neslini saptıracağına yemin edip Allahtan da mühlet istemişti”. Şeytanın bu isteğini kabul eden Allahü Teala, Ademe “Şeytan sizin için apaçık bir düşmandır”, diyerek ilk ikazını yapmıştı.

Nihayet cennette huzurlu günler geçiren Adem as ve Eşi Havva’ya sağdan yaklaşan şeytan onlara ilk günahlarını işletince, Adem Ailesi için yeni yaşam alanı, bu gün Dünya dediğimiz bu yerküre olmuştu.

Hz. Adem as Dünyada

Dünya, Ademoğulları ve şeytan için uzun sürecek bir mücadelenin merkezi, yeni bir yaşam alanı ki, cennet gibi bir tane değil, binlerce tehlikenin olduğu bir alan olacaktı. Cennetin kazanılıp kaybedileceği bir mekandı, insan için.

Şeytan sapkınlığına devam ederken, Adem as ve Eşi, dünyada Tevbe edenlerin ve tevbesi kabul olunanların ilki olmuşlardı. Bir süre birbirlerinden ayrı kalan çift, pek çok sıkıntılar yaşayacak, Mekke Haremi Bölgesindeki Arafat civarında buluşacak, Cennette başlayan Aile hayatlarına dünyada yeniden başlayacaklardı.

Kıyamete Kadar Geçerli Büyük Uyarı
Şeytan Ve Dünya Ademoğlunun İki Büyük Saptırıcısı

Kıymetli Cennet Yolcusu Kardeşim!

Merhamet sahibi Rabbimiz cc Cennete yerleştirdiği kullarını nasıl ki Şeytana karşı uyarmışsa, dünyaya geldiklerinde de aynı uyarılarını tekrar etmiş, şeytanın Ademoğulları için nasıl düşman olduğunu açıklamıştır.

Bu hususta:

اِنَّ الشَّيْطَانَ لَكُمْ عَدُوٌّ فَاتَّخِذُوهُ عَدُوًّاۜ اِنَّمَا يَدْعُوا حِزْبَهُ لِيَكُونُوا مِنْ اَصْحَابِ السَّع۪يرِۜ

“Muhakkak ki şeytan sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman sayın. O, kendi taraftarlarını ancak (Cennetten uzaklaştırıp) ateş ehlinden olmaya çağırır.”

اَلَمْ اَعْهَدْ اِلَيْكُمْ يَا بَن۪ٓي اٰدَمَ اَنْ لَا تَعْبُدُوا الشَّيْطَانَۚ اِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُب۪ينٌۙ

“Ey Âdem oğulları! Size şeytana uymayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır» demedim mi?” (Yasin, 36/60), buyurmuştur.

Allah Kullarını Şeytana karşı uyardığı gibi Dünya Hayatına karşı da uyaracak,

Şöyle diyecektir:

كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِۜ وَاِنَّمَا تُوَفَّوْنَ اُجُورَكُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ فَمَنْ زُحْزِحَ عَنِ النَّارِ

وَاُدْخِلَ الْجَنَّةَ فَقَدْ فَازَۜ وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ

“Her canlı (nefis) ölümü tadacaktır. Ecirleriniz ancak kıyamet günü tastamam verilecektir. (O gün) kim ateşten uzaklaştırılır da cennete konulursa, artık o gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı, ancak aldatıcı bir metâ (geçici zevk ve faydalanma)dan ibarettir.” (Âli İmran, 3/185) [krş. 21/35; 29/57]

Kabe’nin İnşası[1]

Adem as ve Eşi Havva Annemiz, Arafatta buluşup, Kabe’nin inşa edileceği yere gelince, Yarabbi, Cennetteyken bize verdiğin İbadet Bilgilerini ve Mekanını ver, diye dua etti. Allahü Teala da Cebrail as’ı Onlara göndererek hem Kabe’nin yerini, hem Harem’in sınırlarını hem de nasıl ibadet edeceklerini öğretti.

إِنَّ أَوَّلَ بَيْتٍ وُضِعَ لِلنَّاسِ لَلَّذِي بِبَكَّةَ مُبَارَكًا وَهُدًى لِّلْعَالَمِينَ

“Şüphesiz âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev -mâbed - Mekke’deki Kâbe’dir.” (Âl-i İmrân, 3/96)

Şeytan da Cennette başladığı şerri fısıldama ve saptırma işlerini her geçen gün daha da ilerleterek, insanoğlunun imtihanını zorlaştırıyordu.

Dünya, İnsanoğlu için, İman ve Küfrün, sevap ve günahın yaşandığı, sapıklıkta şeytanı da hayrete düşürecek kadar azmak ve 100 kişiyi de öldürsen Tevbenin serbest olduğu, Allaha sonsuz güvenle cenneti ve Allahı unutarak Cehennemi istemenin bir geçiş yeridir.

Nuh tufanından sonra bu bina, kumlar altında uzunca bir süre gizli kalır.

İnsanlar çoğaldıkça dünyayı daha çok tanımak, daha rahat hayat yaşamak gibi pek çok sebepten yaşadıkları coğrafyanın dışına çıkarak yeni yeni yaşam alanları meydana getiriyorlardı.

Beytullahın’ın inşasından sonra yüce Allah cc Adem as’a yeryüzünün ikinci Mescidini ikinci Harem Kudüste kurmasını emretti.

Mescidi Aksanın İnşası


عَنْ أَبِي ذَرٍّ ، قَالَ : " قُلْتُ يَا رَسُولَ اللهِ : أَيُّ مَسْجِدٍ وُضِعَ فِي الْأَرْضِ أَوَّلُ ؟ ،قَالَ: ( الْمَسْجِدُ الْحَرَامُ) ، قُلْتُ : ثُمَّ أَيٌّ؟ قَالَ: ( الْمَسْجِدُ الْأَقْصَى ) ، قُلْتُ: كَمْ بَيْنَهُمَا ؟ ، قَالَ: (أَرْبَعُونَ سَنَةً

Ebu Zer ra şöyle dedi: “Ya Rasûlallah! Yeryüzünde ilk kurulan mescit hangisidir?” dedim. “Mescid-i Haram’dır” buyurdu. “Sonra hangisidir?” diye sordum. O, “Mescid-i Aksa’dır” buyurdu. “Bunların arasında ne kadar zaman vardır?” dedim. “Kırk yıl vardır” buyurdu.” (Müslim, Mesacid, 2 )

Kıymetli Misafirler!

Zaman geçer. İnsanlar çoğalır. Şehirler kurulur, Ülkeler yıkılır. Savaşlar olur, zulümler ayyuka çıkar. İnsanlar çağlardan çağlara savrulur.

Şeytan son surat iş başındadır.

Allah kullarını asla unutmaz, onları uyarmak için kendi cinslerinden elçiler gönderir. Kitaplar gönderir. Kanun ve kurallarla kulları arasında adaleti tesis etmelerini ister.

Öyle ki bazan iyiler dünyayı yönetir, kötüler zayıflar. Bazan iyiler zayıflar iş kötülerin eline geçer.

اِنْ يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُۜ وَتِلْكَ الْاَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِۚ وَلِيَعْلَمَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَيَتَّخِذَ مِنْكُمْ شُهَدَٓاءَۜ وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِم۪ينَۙ

“Eğer siz (Uhud'da) bir acıya uğradınızsa, (Bedir'de de düşmanınız olan) o kavim de benzer bir acıya uğramıştır. O günleri (Galibiyet ve Malubiyeti) biz insanlar arasında döndürür dururuz(bazen birileri, bazen diğerlerine zaferi ve yenilgiyi nasip ederiz.) Ta ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şahitler edinsin. Allah zalimleri sevmez.” (Âli İmran, 3/140)

Zaman içerisinde ne Mekke’de Kâbe binası kalır ne de Kudüs’te Mescid-i Aksa kalır. Allah belli aralıklarla çok güçlü kullarını görevlendirir ki dünyaya iman hakim olsun, şeytanın vesvesesi küfür ve küfürbazlar tepetaklak olsun.

İnsanlığın İkinci Atası, Dünya Tevbe İle Temizleniyor

Hz. Nuh as

Nuh as ile Küfür yeryüzünden tamamen silinmiş, sadece iman edenler yaşamaya devam ederken, Şeytan inanan insanlardan kendine tekrar müşteri bulmuş ve zamanla insanlık yine azgınlaşmış ve hidayetten dalalete düşmüştür.

Allah cc Putlar Ülkesi Babilde Elçini Seçiyor.

Hz. İbrahim as (Urfa-Harran-Ürdün-Mısır-Kudüs-Mekke)

Milattan Önce 2000’li yıllarda yaşadığı tahmin edilen Hz. İbrahim as’ın, tarih ve Tefsir kitaplarında, pek çok yerde doğduğu rivayet edilmiştir. Nemrudun ülkesi Bâbil’deki Kûsâ denilen yerde yahut Kesker sınırındaki Verkā’da doğduğu da bu rivayetler arasındadır.

Büyük imtihanlardan geçen Hz. İbrahim, Nemrut karşısında Allah’ın inayeti ile başarıya ulaşınca, Risalet görevini geniş bir coğrafyada icra etmeye başlamıştı.

Kaynaklarımızda Hz. İbrâhim eşi Sâre, yeğeni Lût ve diğer adamlarıyla birlikte Nemrûd’un ülkesini terk edip önce Harran’da, ardından Ürdün’de bir süre kalmış, oradan Mısır’a geçmiş, daha sonra Filistin diyarına dönmüştür.[2]

Hz. Sârâ kısır olduğundan Hz. İbrahim as’a uzun süre çocuk veremeyince, Hz. Sara kendi hizmetçisi Hacer ile kocasını evlendirir ki çocukları olsun.

Bir süre sonra, Hz. İbrahim 90 yaşlarına yaklaştığında, Hz. Hacer Validemizden İsmail as dünyaya gelir. Bu çocuğun doğumu ile Sara Validemizde kıskançlık başlamış ve Hz. İbrahim’den, Hacer ve Çocuğunu uzaklara götürmesini istemiştir.

İlk bakışta basit bir kıskançlık gibi görünen Uzaklara Hicretle Allah içinde nice hayırlar ve hikmetler barındıran bir geleceği de inşa edecekti.

Büyük Hicret, Büyük Teslimiyet ve Büyük Tevekkül

Hz. İsmail ve Hz. Hacer as Mekke Yollarında

Hz. İbrâhim, iki yaşındaki oğlu İsmâil’i ve Hâcer’i Cebrâil’in refakatinde Mekke’ye götürmüş, Mescid-i Harâm’ın bulunduğu yere bırakmış, onları koruması için Allah’a dua ederek oradan ayrılmıştır.

رَبَّنَٓا اِنّ۪ٓي اَسْكَنْتُ مِنْ ذُرِّيَّت۪ي بِوَادٍ غَيْرِ ذ۪ي زَرْعٍ عِنْدَ بَيْتِكَ الْمُحَرَّمِۙ رَبَّنَا لِيُق۪يمُوا الصَّلٰوةَ فَاجْعَلْ اَفْـِٔدَةً مِنَ النَّاسِ تَهْو۪ٓي اِلَيْهِمْ وَارْزُقْهُمْ مِنَ الثَّمَرَاتِ لَعَلَّهُمْ يَشْكُرُونَ

“Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını senin Beyt-i Harem'inin (Kâbe'nin) yanında, ziraat yapılmayan bir vâdiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki bu nimetlere şükrederler.” (İbrahim, 14/37)

وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ اجْعَلْ هَذَا الْبَلَدَ آمِنًا وَاجْنُبْنِي وَبَنِيَّ أَن نَّعْبُدَ الأَصْنَامَ

“Hani İbrahim (hanımı Hacer ile oğlu İsmail’i Mekke yöresine yerleştirip) şöyle demişti: “Ey Rabbim! Bu şehri emniyetli kıl, beni ve oğullarımı heykellere/putlara tapmaktan uzak tut.” (İbrahim, 14/35)

وَاِذْ قَالَ اِبْرٰه۪يمُ رَبِّ اجْعَلْ هٰذَا بَلَدًا اٰمِنًا وَارْزُقْ اَهْلَهُ مِنَ الثَّمَرَاتِ مَنْ اٰمَنَ مِنْهُمْ

بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِۜ قَالَ وَمَنْ كَفَرَ فَاُمَتِّعُهُ قَل۪يلًا ثُمَّ اَضْطَرُّهُٓ اِلٰى عَذَابِ النَّارِۜ وَبِئْسَ الْمَص۪يرُ

“İbrahim de demişti ki: Ey Rabbim! Burayı emin bir şehir yap, halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları çeşitli meyvelerle besle. Allah buyurdu ki: Kim inkâr ederse onu az bir süre faydalandırır, sonra onu cehennem azabına sürüklerim. Ne kötü varılacak yerdir orası!” (Bakara, 2/126)

Kıymetli Mümin Kardeşlerim!

Hz. İbrahim Hacer Validemizi ve iki yaşındaki İsmaili Mekkede bırakıp geri dönerken,

Ey İbrahim bizi kime bırakıyorsun?

Bunu sana Rabbin mi emretti?

Bu yalnızlığımızı sana O Allah emrettiyse elbette o bizi zayi etmez, bizi korur, deyip, ilk iş olarak su aramaya başlamış.

İman ve teslimiyetin son noktası,

Tevekkülün zirvesi.

Ey Müslüman Anneler! “Kızım kocasının eline bakmasın” diye, kızının meslek sahibi olması, çok para kazanması için büyük bir gayret ve zahmete katlanıyorsun. Halbuki kızım maharetli olsun, becerikli ve bilgili olsun, Torunlarımı daha edepli daha iyi yetiştirsin diye bu gayretlere katlanmış olsaydın, Allah bu niyet ve gayretimizi cennetle ödüllendirecekti. Hacer Annemiz gibi, Allaha güvenip, dayanarak, kocası yanında olmasa bile, iffetle ve gayretle tek başına, ayakları üzerinde durabileceğini görecektik.

Ama bizim Niyetimiz dünyalık, para kazanma, özgür yaşamak, başkalarına gösteriş olunca, Allahın korumasından uzaklaştık.

Kızlarımız meslek sahibi oldular, kariyer sahibi oldular, en iyi evlerde oturup, en iyi arabalara bindiler. Ama kaybettiler. İffet, sadakat, sevgi, Aile olma şuuru, Anne olmanın kıymetini, …, Kendilerini Cennete ulaştıracak daha nice faziletleri kaybettiler.

Ama Parayı kazandılar. O parayı kazanmak için, kızının, ne sıkıntılara katlandığını ne rezilliklere düştüğünü, üç kuruş etmez patronları tarafından nasıl aşağılandığını, keşke bir anlayabilseydin.

O zaman “kızım kocasının eline bakmasın, demeyecektin.

Ya Rab! Kızımı, oğlumu ahlaksız, vicdansız, merhametsizlere muhtaç etme, onları iffetli kullar eyle, iffetlilerle beraber eyle! diye dua edecektin.

Her ana Allah’ın kendisine tevdi ettiği Evin Mürebbiliği vazifesinin gereği olarak oğlunu ve kızını İslam Ahlakı üzere yetiştirmiş olsaydı, zaten bu hanelerden genelde kötü genç de çıkmayacaktı.

Bir kadın için evlendikten sonra en değerli insan o kadının kocasıdır. Ana ve babasından da daha değerli ve kıymetlidir.

Filistin’de yaşayan İbrâhim as zaman zaman Hz. Hâcer ve Hz. İsmâil’i ziyarete gelir, bir süre onlarla ilgilenir ve Filistine geri dönerdi.

Kâbe Eski Temelleri Üzerine Yeniden İnşa Ediliyor

Hz. İbrahim ve Oğlu Hz. İsmail

İbrahim as, Hz. Hacer ve Evlat Hz. İsmail pek çok sıkıntı ve badireler atlatmış ve zaman ilerleyip Kâbenin yeniden inşasının vakti gelmişti.

وَاِذْ يَرْفَعُ اِبْرٰه۪يمُ الْقَوَاعِدَ مِنَ الْبَيْتِ وَاِسْمٰع۪يلُۜ رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّاۜ اِنَّكَ اَنْتَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ

“Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber Beytullah'ın temellerini yükseltiyor, (şöyle diyorlardı:) Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin.” (Bakara, 2/127), Bk[3].

Kıymetli Gençler!

Yukarıdaki ayetlere baktığımızda, Filistin ve Mekke arasındaki Manevi köprü İbrahim as ile kurulmuş oluyordu.

Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail ile tekrar hidayet merkezi haline gelen Mekke maalesef daha sonraki yıllarda, Kabe’nin var olmasına, Hac İbadetinin bilinip yapılmasına rağmen, şirkin kirlerinden ve put şehri olmaktan kendini koruyamamıştır.

Nübüvvetin 21. yılı, Tarihler 630 yılını gösterene kadar, Mekke bu hüzünlü seyrini sürdürecektir.

Aziz ve Azize Kardeşlerim!

Kudüsün Fethine Niyyet

Musa ve Harun as

Musa as’ın bütün niyeti İsraloğullarını Firavun zulmünden kurtarmak ve Filistini fethetmekti. Firavunla olan mücadelesini kazanan Hz. Musa İsrailoğullarının fitneci, samimiyetsiz ve korkaklığından dolayı ikinci hedefi olan Filistinin fethine muvaffak olamadan vefat etti.

Hz. Musa as, bir taraftan Filistine Fetih hazırlığı yaparken, diğer taraftan da Filistindeki durumu öğrenip anlamaları için on iki kabileden 12 casusunu Filistine göndermişti.

Filistindeki durumu keşfedip geri gelen kabile temsilcilerinden 10 tanesi, Filistinde çok güçlü bir devletin olduğunu, oranın fethinin imkansız olduğunu Hz. Musaya haber verdiler. İçlerinden iki kişi Filistinin Fethedilebileceğini söylediler.

Hz. Musa 10 elçiye dedi ki: Fethin kolay olacağından bahsedin sakın bu fikrinizi kabilelerinize söylemeyin demesine rağmen, o temsilciler, kabilelerine dönünce, Filistinin fethinin imkansız olduğundan, ..vs bahsederek, İsrailoğullarının gözünü korkutmuş ve onları Fetih Seferinden vazgeçirmişlerdir.

Bugün bizim içimizde de böyle, Kafirlerden korkan “Korkaklar ve Korkutanlar” maalesef çok fazla.

Bu Korkunun iki sebebi vardır:

1. Allaha ve Ahirete (Cennet ve Cehenneme) olan İman ve Tevekkülün Zayıflaması,

2. Müslümanların Dünyevileşme ve Vehn Hastalığına[4] yakalanması,

· Mal ve Servetin elden çıkması ya da Ticaretin Kesat’a uğraması korkusu,

· Güç, Makam ve Mevkiyi kaybetme, gözden düşme korkusu.

İsrailoğullarının bu isyankâr hallerini gelin Kuranı Mübin’den takip edelim.


يَا قَوْمِ ادْخُلُوا الْاَرْضَ الْمُقَدَّسَةَ الَّتٖي كَتَبَ اللّٰهُ لَكُمْ وَلَا تَرْتَدُّوا عَلٰٓى اَدْبَارِكُمْ فَتَنْقَلِبُوا خَاسِرٖينَ

قَالُوا يَا مُوسٰٓى اِنَّ فٖيهَا قَوْماً جَبَّارٖينَࣗ وَاِنَّا لَنْ نَدْخُلَهَا حَتّٰى يَخْرُجُوا مِنْهَاۚ فَاِنْ يَخْرُجُوا مِنْهَا فَاِنَّا دَاخِلُونَ

قَالَ رَجُلَانِ مِنَ الَّذٖينَ يَخَافُونَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمَا ادْخُلُوا عَلَيْهِمُ الْبَابَۚ فَاِذَا دَخَلْتُمُوهُ فَاِنَّكُمْ غَالِبُونَ وَعَلَى اللّٰهِ فَتَوَكَّلُٓوا اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنٖينَ

قَالُوا يَا مُوسٰٓى اِنَّا لَنْ نَدْخُلَـهَٓا اَبَداً مَا دَامُوا فٖيهَا فَاذْهَبْ اَنْتَ وَرَبُّكَ فَقَاتِلَٓا اِنَّا هٰهُنَا قَاعِدُونَ

قَالَ رَبِّ اِنّٖي لَٓا اَمْلِكُ اِلَّا نَفْسٖي وَاَخٖي فَافْرُقْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ الْقَوْمِ الْفَاسِقٖينَ

قَالَ فَاِنَّهَا مُحَرَّمَةٌ عَلَيْهِمْ اَرْبَعٖينَ سَنَةًۚ يَتٖيهُونَ فِي الْاَرْضِ فَلَا تَأْسَ عَلَى الْقَوْمِ الْفَاسِقٖينَ


“Ey kavmim! Allah`ın size (vatan olarak) yazdığı mukaddes toprağa girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa kaybederek dönmüş olursunuz.” (Maide, 5/21)

“Onlar: Yâ Musa! Orada zorba bir toplum var; onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla girmeyeceğiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz de hemen gireriz,” dediler. (Maide, 5/22)

“Allahtan Korkanların içinden Allah`ın kendilerine lütufta bulunduğu iki kişi[5] şöyle dedi: Onların üzerine kapıdan girin; oraya bir girdiniz mi artık siz zaferi kazanmışsınızdır. Eğer müminler iseniz ancak Allah`a güvenin.” (Maide, 5/23)

"Ey Musa! Onlar orada bulundukları müddetçe biz oraya asla girmeyiz; şu halde sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız" dediler.” (Maide, 5/24)

“Musa: "Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden başkasına hakim olamıyorum; bizimle, bu yoldan çıkmış toplumun arasını ayır" dedi.” (Maide, 5/25)

“Allah, "Öyleyse orası onlara kırk yıl yasaklanmıştır; (bu müddet içinde, Tih Çölünde) yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Artık sen, yoldan çıkmış toplum için üzülme" dedi.” (Maide, 5/26)


Kıymetli Müslümanlar!


Kudüsün Fethi

Hz. Yuşa as

Musa as vefat edip ahirete göçtükten sonra Yuşa as İsrailoğullarına Peygamber olarak gönderilmişti.

Maide Suresi 26. Âyette de geçtiği gibi, İsrailoğulları 40 yıl boyunca, Allahtan, isyan ve korkaklıklarının bir cezası olarak, zillet içinde Tih Çölünde dolanıp durdular.

Musa as’a isyan eden bu yaşlı güruh, kırk yıl içinde ölüp gitmiş, Yuşa as’ın gayretleri ile yepyeni bir nesil, tam bir Fetih nesli yetişmişti.

Kıymetli Gençler!

Buradan anlıyoruz ki, “40 yıl” hem kişilerin, hem de toplumların hayatında değişim, gelişim ve olgunlaşma süresidir.

“Kırkından sonra azanı teneşir temizler”, diyen Atalarımız boşuna söylememişler.

Fetih Yapacak Ordunun/Milletin Ahlak Kodları

Yuşa as Kudüs Yolunda

Gelin bu olayı Efendimiz sav’in ağzından dinleyelim:

غَزَا نَبِيٌّ مِنَ الأنْبِيَاءِ، فَقالَ لِقَوْمِهِ: لا يَتْبَعْنِي رَجُلٌ مَلَكَ بُضْعَ امْرَأَةٍ، وهو يُرِيدُ أَنْ يَبْنِيَ بهَا ولَمَّا يَبْنِ بهَا، ولَا أَحَدٌ بَنَى بُيُوتًا ولَمْ يَرْفَعْ سُقُوفَهَا، ولَا أَحَدٌ اشْتَرَى غَنَمًا أَوْ خَلِفَاتٍ وهو يَنْتَظِرُ وِلَادَهَا، فَغَزَا، فَدَنَا مِنَ القَرْيَةِ صَلَاةَ العَصْرِ أَوْ قَرِيبًا مِن ذلكَ، فَقالَ لِلشَّمْسِ: إنَّكِ مَأْمُورَةٌ وأَنَا مَأْمُورٌ، اللَّهُمَّ احْبِسْهَا عَلَيْنَا، فَحُبِسَتْ حتَّى فَتَحَ اللَّهُ عليه، فَجَمَع الغَنَائِمَ، فَجَاءَتْ -يَعْنِي النَّارَ- لِتَأْكُلَهَا، فَلَمْ تَطْعَمْهَا، فَقالَ: إنَّ فِيكُمْ غُلُولًا، فَلْيُبَايِعْنِي مِن كُلِّ قَبِيلَةٍ رَجُلٌ، فَلَزِقَتْ يَدُ رَجُلٍ بيَدِهِ، فَقالَ: فِيكُمُ الغُلُولُ، فَلْيُبَايِعْنِي قَبِيلَتُكَ، فَلَزِقَتْ يَدُ رَجُلَيْنِ أَوْ ثَلَاثَةٍ بيَدِهِ، فَقالَ: فِيكُمُ الغُلُولُ، فَجَاؤُوا برَأْسٍ مِثْلِ رَأْسِ بَقَرَةٍ مِنَ الذَّهَبِ، فَوَضَعُوهَا، فَجَاءَتِ النَّارُ، فأكَلَتْهَا. ثُمَّ أَحَلَّ اللَّهُ لَنَا الغَنَائِمَ؛ رَأَى ضَعْفَنَا وعَجْزَنَا فأحَلَّهَا لَنَا.

“Peygamberlerden bir peygamber Gazaya/Sefere çıkacağında kavmine şöyle dedi:

Ø Nikâhla bir kadına sahip olup onunla ilk geceyi geçirmek istemesine rağmen halen bunu yapamamış bir erkek/damat bana tâbi olmasın.

Ø Başka biri ev yapmış fakat tavanını çekememişse yani çatısını bitirmemişse o da benimle gelmesin!

Ø Bir başkası koyun veya gebe develer satın almış doğurmalarını bekliyorsa o da gelmesin!”


Yani Yuşa as, çöllerde, özenle 40 yılda yetiştirip terbiye ettiği bu Fetih Neslini son bir kez daha elekten geçiriyor, içlerindeki Münafıkları ayıklıyor ve diyordu ki:

1-Aklı hanımında, çocuğunda olanlar,
2-Kalbi evinde, bağında, bahçesinde kalanlar,
3-Zihni koyunlarında, develerinde, malında, Makamında, ticaretinde olanlar, bizimle Cihada gelmesin.

Kıymetli Kardeşlerim!

Fetih ve Cihad eri olmak Cennetin Adamı olmaktan ve kendini Cennete Adamaktan geçer.

Hadisin devamında Efendimiz sav diyor ki:

“Peygamber bu talimatı verdikten sonra gazaya gitti ve nihayet ikindi namazı vaktinde yahut buna yakın bir zamanda fethedeceği beldeye yaklaşınca güneşe hitaben: “Ey Güneş! Sen de bir memursun, ben de bir memurum!” dedi ve: “Ey Allah’ım! Bu güneşi bizim üzerimizde biraz daha durdur!” diye dua etti. Müteakiben Allah bu peygambere fetih verinceye kadar güneş onun üzerinde durduruldu.”

“Neticede o peygamber ganimetleri topladı. Derken onları kabul etmesi için (gökten bir) ateş geldi. Fakat ateş, o ganimetleri kabul etmedi. Bunun üzerine peygamber, ordusuna: “Sizin içinizde ganimet malına hıyanet eden biri vardır. Dolayısıyla her bir kabileden bir kimse bana biat etsin!” dedi. (Biat ettiler.) Bu biat sırasında birisinin eli o peygamberin eline yapıştı. Peygamber as: “Hıyanet muhakkak sizin içinizdedir. Binâenaleyh senin kabilenin tamamı benimle bir daha biatlesin” dedi.

Kabilenin tamamı biatlaştı. Bu sırada iki veya üç kişinin elleri peygamberin eline yapıştı. Peygamber: “Hıyanet fiili sizdedir, sizler hıyanet ettiniz!” dedi. Akabinde onlar sığır başı gibi altından bir baş getirdiler ve bunu yere koydular. Akabinde ateş geldi ve o ganimet malını yaktı.”

Efendimiz sav yukarıdaki hadiseyi anlattıktan sonra dedi ki:

“Sonra Allah, bizim zayıflığımızı ve aczimizi gördü de ganimetleri bize helâl kıldı dedi."[6]

Helak, Bir Kavme Nasıl Ve Ne İçin Gelebilir?


Atâ’dan rivayetle;

أوْحى اللَّهُ تَعالى إلى يُوشَعَ بْنِ نُونٍ أنِّي مُهْلِكٌ مِن قَوْمِكَ أرْبَعِينَ ألْفًا مِن خِيارِهِمْ وسِتِّينَ ألْفًا مِن شِرارِهِمْ، فَقالَ: يا رَبِّ هَؤُلاءِ الأشْرارُ فَما بالُ الأخْيارِ ؟ فَقالَ: إنَّهم لَمْ يَغْضَبُوا لِغَضَبِي.

“Cenâb-ı Hak, Yûşa b. Nun’a vahiy gönderdi. “Ben senin kavminin iyilerinden

kırk bin, kötülerinden de altmış bin kişiyi helâk edeceğim.” dedi.

Yûşa as: "İyilerin suçu nedir ki onları da helâk ediyorsun?" diye sorunca,

Allah cc:"Onlar, zalimlerle yer ve içerler (zalimlerle aralarını ayırmazlar) ayrıca benim gazabımdan dolayı da onlara gazaplanmadılar!” dedi.”[7]

Fetih ve Zafer gerçekleşip de Mal, Makam ve servetler devlet eliyle insanlara adaletle dağıtılması gerekirken, kamu malı, kamu hakları ve menfaatleri, hakkı olmadığı halde, birilerinin eline, kanunsuz ya da kanuni bir düzenleme ile, adaletsizce, geçerse, hak yerini bulmadıkça Allah onların dua ve ibadetlerini kabul etmeyecek, Allah’ın cc rahmet eli o toplumun üzerinden kalkacaktır. Bu haldeyken onlar kendi kendilerini helake sürüklerler.

İnsanoğlunun Dünya İle İmtihanı

Melik Talut as

Kıymetli Müminler!

Zaman hızla ilerler. Filistin pek çok saldırılara maruz kalır. Defalarca el değiştirir. Allah İsrailoğullarına Talut as’ı Komutan yapar.

Mûsâ as’dan sonra gelen Benî İsrâîl peygamberleri, Tevrât ile amel ediyorlardı. Fakat Yahûdîler, işlerine geldiği gibi dini kullanıyorlardı. Onların şeriatı menfaatlerine uygun olan şeylerdeydi. Bu kadar menfaatçi millet, işlerine gelmeyen peyçok Peygamberi de öldürmüşlerdir.

O zamanlar Mısır ile Şam arasında Amâlika kavmi vardı. Câlût isminde çok güçlü bir reisleri bulunmaktaydı. Allâh cc, Câlût’u İsrâîloğulları’nın başına musallat edecek, yapılan şavaşlarda Câlût, İsrâîloğulları’nı mağlûb ederek çocuklarını ve kadınlarını esir alacaktı.

İsrailoğulları içlerinde bulunan Peygamberlerine, Allahtan güçlü bir kral göndermesi için dua etmesini istediler. Hak Teâlâ, “Tâlût” isminde bir kimsenin melik olarak tâyin edilmesini vahyetti. Fakat bir kısım yahûdîler, Tâlût’u hükümdar yapmak istemeyip bu ilâhî emre karşı çıkarak:

“–Tâlût, hükümdar soyundan değildir!” dediler.

Çünkü o zamana kadar İsrâîloğulları’na gelen peygamberler, Lâvî bin Ya’kûb’un; hükümdarlar ise, Yahûda bin Ya’kûb’un soyundan gelmekteydi. Tâlût ise, her iki soydan da değildi.

Kur’ân-ı Kerîm’de bu husus şöyle anlatılır:

“Mûsâ’dan sonra, Benî İsrâîl’den ileri gelen kimseleri görmedin mi? Kendilerine gönderilmiş bir Peygambere:

«–Bize bir hükümdar gönder ki (onun kumandasında) Allâh yolunda savaşalım!» demişlerdi.

(O Peygamber:)

«–Ya size savaş farz kılınır da savaşmazsanız!» dedi.

(Onlar da:)

«–Yurtlarımızdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz hâlde Allâh yolunda neden savaşmayalım?!» dediler.

Kendilerine savaş yazılınca da -içlerinden pek azı hâriç- geri dönüp kaçtılar. Allâh, o zâlimleri hakkıyla bilendir.” (Bakara, 2/246)

“Peygamberleri onlara:

«–Bilin ki Allâh, Tâlût’u size hükümdar olarak gönderdi.» dedi.

Bunun üzerine:

«–Biz, hükümdarlığa daha lâyık oluduğumuz hâlde, (üstelik) ona servet ve zenginlik cihetinden geniş imkânlar da verilmemişken, bize nasıl hükümdar olabilir?!» dediler.

(Peygamber:)

«–Allâh sizin üzerinize onu seçti, ilmen ve bedenen ona üstünlük verdi. Allâh mülkünü dilediğine verir. Allâh her şeyi ihâta eden ve her şeyi bilendir.» dedi.” (Bakara, 2/247)

Kıymetli Kardeşlerim!

İsrâîloğulları’nın ileri gelenlerine göre iktidar, büyük servet ve sermâye sâhiplerinin olmalıydı. Hâlbuki bu fikir, cemiyetin menfaatine ve adâlet prensibine aykırıdır. Çünkü iktidâra, zenginlerin değil, ehil olan kimselerin geçmesi gerekir. Bu da, kişinin mânevî gücü, bilgisi ve tecrübesi ile birlikte kuvvet ve cesâretine bağlıdır.

Fahreddin Râzî’nin beyânına göre Şemuil as İsrâîloğulları’nın teklîfini şu dört sebepten dolayı reddetti:

1-Mülk Allâh’ındır; onu dilediğine verir.

2-Tâlût’u hükümdar olarak seçen, Allâh cc’dür.

3-Hükümdarlarda iki vasıf aranır ki Talutta bu sıfatlar mevcuttur:

a-Siyâset ilmini (idâreciliği) bilmesi, (Vela-Bera), (Velayet-İmamet-Hilafet)

b-Bedenî ve rûhî bakımdan kuvvetli olması.

4-Allâh, dilerse fakiri zengin yapar. Saltanata kimin lâyık olduğunu da hakkıyla bilir.[8]

Tâlût’un hükümdarlığına karşı koyamayan İsrâîloğulları bu sefer de:

“–Eğer o, sâhiden hükümdarsa, bize bir delil getirsin!” dediler.

Bunun üzerine:

“Peygamberleri onlara şöyle dedi:

«–Şüphesiz onun hükümdarlığının alâmeti, (vaktiyle sizden alınan) Tâbût’un size gelmesidir ki, onun içinde Rabbinizden bir sekîne (ruhlara emniyet veren bir huzur), Mûsâ ve Hârûn ehlinin bıraktıklarından geriye kalan birtakım şeyler vardır; onu melekler taşıyacaktır. Eğer mü’min kimseler iseniz şüphesiz bunda sizin için gerçekten bir delil vardır!»” (Bakara, 2/248)

Tâlût, hükümdar olduktan sonra ordusunu düzene koydu ve Kral Câlût’un üzerine yürüdü. Mevsimin çok sıcak olması sebebiyle askerin suya ihtiyacı da fazlaydı. Fakat Şemuil as’a Cenâb-ı Hak’tan bir tâlimât geldi.

Bu ilâhî emri öğrenen Tâlût:

“–Allâh sizi su ile imtihan edecek. Kim kanıncaya kadar ondan içerse benim askerim değildir!..” dedi.

Önlerindeki nehirden, ancak bir avuç içmeye izin verilmişti.

İbn-i Abbâs ra’ya göre bu nehir, Şerîa diye isimlendirilen Ürdün Nehri’dir.[9]

Tâlût ve Askerleri, bahsedilen ırmağın kenarına geldiler. Ordu 80.000 kişi idi. Bunun 76.000 kişisi tâlimât dışında kana kana su içtiler. Sadece 4.000 kişi emre itaat etti. Daha sonra bunların pek çoğu da firâr etti. Geriye 313 kişi kaldı. Bu sayı, Bedir Harbi’ne iştirâk eden mü’min askerlerin sayısıyla aynıdır.

Nitekim Berâ ra’tan şöyle nakledilmektedir:

“Biz, Hazret-i Muhammed’in ashâbı olarak şöyle derdik: Bedir’de bulunanların sayısı, Tâlût’un (Filistin) Nehri(ni) beraber geçtiği mü’min askerlerinin sayısı olan 313’tür.” (Buhârî, Megâzî, 6)

Nehirden, bir avuçtan fazla su içenlerin susuzlukları daha da arttı; dudakları kurudu ve hâlsiz kalıp bîtap düştüler, nihâyetinde perişan oldular. Emri dinleyenlere ise, aldıkları bir avuç su kâfî geldi. Ayrıca îmanları kuvvetlenip, cesâret ve güçleri ziyâdeleşti.

Âyet-i Kerîme’de buyrulur:

“Böylece Tâlût, askerleri ile (Kudüs’ten) ayrılınca onlara şöyle dedi:

«–Muhakkak ki Allâh, sizi bir nehirle imtihân edecektir. Buna rağmen kim ondan içerse artık benden değildir. Eliyle bir avuç içtiği müstesnâ, kim de ondan (izin verilenden fazlasını) tatmazsa, işte şüphesiz o bendendir!»

Fakat içlerinden pek azı müstesnâ, hepsi ırmaktan (kana kana) içtiler. Tâlût ve îmân edenler, beraberce ırmağı geçince:

«–Bugün bizim Câlût’a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur!» dediler.

Allâh’ın huzûruna varacaklarına inananlar (ise):

قَالَ الَّذٖينَ يَظُنُّونَ اَنَّهُمْ مُلَاقُوا اللّٰهِۙ كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَلٖيلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَثٖيرَةً بِاِذْنِ اللّٰهِؕ وَاللّٰهُ مَعَ الصَّابِرٖينَ ﴿٢٤٩

«–Nice az sayıdaki topluluklar, Allâh’ın izniyle çok sayıdaki toplulukları yenmiştir. Allâh sabredenlerle beraberdir.» dediler.” (Bakara, 249)

Hz. Talud’un ordusunda asker olan Hz. Davut, Düşmanın Ordu Komutanı Calut’u Sapan Taşıyla öldürünce, düşman malup olmuş ve bu sayede Müminler büyük bir zafer kazanmıştı. Bu olaydan sonra Hz. Davut Müslümanlar arasında haklı bir şöhrete kavuşunca, Komutan Talud’un damadı olmuş, Hz. Talut’un vefatından sonra da İsrailoğullarının başına geçmişti.



Kudüs’ün Fethi
Hz. Davud as

Hazret-i Dâvûd’un Târihçilere göre hükümdarlığı, tahmînen M.Ö. 1015-975 yıllar arasında, kırk sene devâm etmiştir. Onun idâresi, İsrâîloğulları’nın en parlak dönemidir. Dâvûd as Kudüs’ü fethederek, devletine başkent yapmıştı. O, hem hükümdar hem de bir peygamberdi. Bu iki özellik Hak tarafından O’na lutfedilmişti.

Mescidi Aksanın İnşaası

Hz. Süleyman as

Hz. Davut’un vefatından sonra yerine oğlu Hazret-i Süleyman geçti ve O’na da hem krallık hem de peygamberlik verildi. Hz. Dâvûd’dan sonra oğlu Süleyman yedi yıl içinde Kudüs’te muhteşem bir mâbed (Mescid-i Aksâ) inşa etmiş, ayrıca kendisine bir saray yaptırmış, ahid sandığını bulunduğu yerden alarak Mâbeddeki özel yerine koymuş, Kudüs’ün çevresine duvar çektirmiştir.

Bundan sonra da Kudüs defalarca yağmalanmış, el değiştirmiş, şehir ateşe verilmiş. Mabet yıkılmıştır.

Kabeye büyük Saldırı Yürüyüşü

Ebrehe Yollarda 571

Kâbe'yi yıkmak amacıyla Mekke üzerine yürüyen Yemenin Habeş Valisi Ebrehenin Fil Ordusu, Allah tarafından gönderilen kuşlar vasıtasıyla imha edilir.

Sonuç, minik Ebabiller Kibirli Fil Ordularını hezimete uğratır. Bu olay tarihe bir ibret vesikası olarak geçecek ve Kuranın içirişinde kıyamete kadar anlatılacaktır.

Bu İbretlik Hadiseden yaklaşık iki ay sonra da Hatemen Nebi Muhammed Mustafa Efendimiz sav dünyaya teşrif edeceklerdir.

Hz. Muhammed Mustafa sav Doğuyor

Tarih 571, Yer Mekke, Abdullah’ın Evi, Bir Pazartesi sabahı, Kameri Takvimler Rebiül Evvel Ayının 11’ini gösterdiğinde alemlere rahmet Hz. Muhammed As dünyaya geliyor.

ALLAHÜMME SALLİ ALA SEYYİDİNE MUHAMMED

Ashab-ı Kiram’ın bir sorusu üzerine,

قَالَ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ،: «…… أَنَا دَعْوَةُ أَبِي إِبْرَاهِيمَ، وَبِشَارَةُ عِيسَى، وَرُؤْيَا أُمِّي آمِنَةَ الَّتِي رَأَتْ ---وَرَأَتْ أُمِّي أَنَّهُ يَخْرُجُ مِنْهَا نُورٌ أَضَاءَتْ مِنْهُ قُصُورُ الشَّامِ"

Efendimiz sav kendisini şöyle anlatmıştır:

Ben, atam İbrahim’in duası, kardeşim İsa’nın müjdesi ve annem Amine’nin rüyasıyım. ----- Annem rüyasında içinden çıkan bir nurun Şam diyarı saraylarını aydınlattığını söylemişti. Peygamber anneleri hep böyle rüyalar görürler.”[10]

Yıl 605 Mekke

Rasülullah Kâbe Tamirinde

Nübüvvetten 5 Yıl önce (605) Kabe Sellerden Yıkılınca Efendimiz sav’in Hakemliğinde Tamir edilecekti.

Yıl 610 Ramazan Ayı Mekke

Hatemen Nebi Risaletle Görevlendiriliyor. Efendimiz sav ve Ashabı Kiram Nübüvvetin başlangıcından itibaren günde, iki vakit ve ikişer rekât olarak Namaz[11] kıldıkları rivayet edilmiştir.[12]

İlk Namaz İlk Kıble Mescidi Aksa

Hz. Muhammed sav, Tebliğin gizliden yapıldığı yaklaşık üç yıl kadar devam eden bir süre içerisinde gerek evinde, gerek ıssız dağ eteklerinde, tenha olan öğle vaktinde, Harem’de namaz kılmış, bazen de Hz. Ali ile birlikte Mekke dışındaki vadilerde akşam namazını kıldığına dair rivayetler bulunmaktadır.[13]

İlk Müslümanlar da Mekke içinde gizli yer bulamadıklarında şehir dışına çıkıp ıssız yerlerde ve zaman zaman mescid haline getirdikleri Erkâm adlı sahâbînin evinde namaz kılmışlardır.[14]

Hz. Peygamber ve O’na inanan az sayıdaki cemaatinin Kâbe avlusunda ibadet etmeleri düşmanlıkla karşılanmış ve burada Kur’an okunmaları yasaklanmışlardır. İbn Mes’ûd’a dayanan sahih isnadlı bir rivayette “Ömer Müslüman olana kadar (Bi’setin 6. Yılı) biz Kâbe avlusunda namaz kılamıyorduk.”[15]

Unutmayalım ki o günlerde Kabe içinde, dışında 360 adet Put vardı.!!

İsra Ve Mirac Mucizesi[16]

Hz. Muhammed sav Kudüste

Kıymetli Dostlar!

Yüce Allah Bazen kullarını samimiyet testinden geçirir. Bu test bazen Semavi ve Arızi Afetler bazen açlık ve yoksulluk, bazen zalim düşman belası, bazen sıkıntı, dert ve meşakkatler, bazen çok nimet, servet ve İktidar, bazen de akıl ve idrakin ötesindeki olaylardır.

Bu imtihanlarda kim imanında sabit kalacak, kim de sapıp, savrulup, kayıp gidecek, ortaya çıksın, istenir.

Rabbim kazananlardan eylesin. Amin!

İsra ve Mirac olayı da bu imtihanlardan birisidir.

Rabbimiz Teala, İsra Sûresinde, buyuruyor ki:

سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِّنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ

“Kulunu (Muhammed’i) bir gece, Mescid-i Harâm’dan kendisine bâzı âyetlerimizi göstermek için, etrâfını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allâh, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla bilen, hakkıyla görendir.” (İsrâ, 17/1)

Surenin başlangıç kelimesi de سُبْحَانَ / Sübhan olarak seçilmiş ki inanan inanmayan bütün insanlar için ciddi bir imtihandır.

İsra ve Miracın Nübüvvetin tam ortasında vuku bulması da ayrı bir hikmettir.

23 Yıllık Nübüvvet

610 621 632

Nübüvvetin İsra – Mirac Peygamber sav’in

Başlangıcı Mucizesi Vefatı

Kudüs, Müslümanların ilk kıblesi ve yeryüzündeki ikinci Harem Ev’dir. Peygamber Efendimiz sav hicretten bir yıl önce “Burak” adı verilen bineğiyle, Kâbe’den alınıp gece yolculuğu sonrası Mescid-i Aksâ’ya getirilmiş; buradan da Mîrâc’a (Cenâb-ı Hakk’ın katına) aracısız konuşmak üzere yükseltilmiştir.

''Bir gece, Ümmü Hani’nin evinde (bir rivayete göre Kâbe’nin avlusunda) iken Cebrail as geldi. 'Ey Muhterem Nebi! Bağışlayan Rabbin huzuruna varmak için kalk, melekler seni bekliyor.' dedi. Göğsümü göbeğime kadar yardı. Kalbimi çıkarıp, iman dolu bir altın tasta yıkadı. Tekrar yerine koydu. Bundan sonra katırdan küçük ve merkepten büyük, beyaz renkte Burak adında bir hayvana bindirildim. Bu hayvan, her adımını, gözün görebildiği son noktaya atıyordu. Bir anda Mescid-i Aksa'ya geldik, Cebrail Burak’ı, bütün peygamberlerin, hayvanlarını bağladıkları bir halkaya bağladı. Mescitte diğer peygamberlerin ruhları temessül etti. Bize selâm verdiler. Ben de selâmlarına karşılık verdim. Cebrail bana, 'Öne geç ve Nebilere as iki rekât namaz kıldır.' dedi. Ben de imam olup namazı kıldırdım. Cebrail bana biri süt, biri şarap dolu iki kap getirdi. Ben sütü içince Cebrail as: 'Yaratılışına uygun olanı seçtin.' dedi.''[17]

Diğer bir riyavette de:

Ebû Hüreyre ra’tan rivâyet edildiğine göre, İsrâ gecesi Rasûl-i Ekrem sav’e, birinde şarap diğerinde süt bulunan iki kâse getirildi. Hazret-i Peygamber sav şöyle bir baktıktan sonra süt kâsesini tercîh etti.

Bunun üzerine Cebrâîl:
“−Seni, insanın yaratılış gâyesine uygun olana yönlendiren Allâh’a hamd olsun. Şâyet içki dolu bardağı alsaydın, ümmetin sapıklığa düşerdi.” dedi.[18]

Mekke ve Kudüsü birbirine bağlayan Üç Peygamber

Hz. Adem as
Hz. İbrahim as
Hz. Muhammed sav

Efendimiz sav Neden Kudüse Getiriliyor, Bütün Peygamberlere İmam Oluyordu?

Çünkü Miras Devri Bildirisi Yayınlanacaktır.

Nübüvvet ve Risalet Vazifesi İshakoğullarından devralınarak, İsmailoğullarına geçecektir ki, bu Nübüvvet Halkasının sonudur.

Allah önceden gönderdiği bütün Peygamberlerini Kutsal Mekan Kudüste toplayıp, son Peygamberini de onların bulunduğu o Kutsal mekana götürüp hepsine İmam yapmakla,

· Hem İnsanlığa gelen Risalet ve Nübüvvetin bittiğini,

· Hem de Son Peygamberini tanıtıp, O son Peygamberle gelen Nübüvvet, Din ve Kitap’ın, Hak katında tek geçerli hakikat olduğu gerçeği ilan etmiş,

· Hz. Peygamberin İsrası ile Mekke - Medine - Kudüs çizgisindeki Kutsal Bağlantı da tescillenmiş oluyordu.

Elbette bundan sonra Müslümanlar için işler o kadar da kolay olmayacak, Müşrik, Yahudi ve Hristiyanların Kıyamet Gününe kadar sürecek olan kıskançlıkları ve İslam Düşmanlıkları tam olarak faal hale gelecekti.

Kıyamete kadar sürecek Düşmanlık

Bu konudaki iki Âyeti Kerimeyi bir kez daha hatırlayalım:

لَتُبْلَوُنَّ ف۪ٓي اَمْوَالِكُمْ وَاَنْفُسِكُمْ وَلَتَسْمَعُنَّ مِنَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكُمْ وَمِنَ

الَّذ۪ينَ اَشْرَكُٓوا اَذًى كَث۪يرًاۜ وَاِنْ تَصْبِرُوا وَتَتَّقُوا فَاِنَّ ذٰلِكَ مِنْ عَزْمِ الْاُمُورِ

“Andolsun ki mallarınız ve canlarınızla imtihan edileceksiniz; ve (üstelik) sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlardan ve müşriklerden çok incitici şeyler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve takvâ üzere olursanız, elbette bu (davranış), yapılacak işlerin en değerlisidir.” (Âli İmran, 3/186) [krş. 2/109]

لَتَجِدَنَّ أَشَدَّ النَّاسِ عَدَاوَةً لِّلَّذِينَ آمَنُواْ الْيَهُودَ وَالَّذِينَ أَشْرَكُواْ وَلَتَجِدَنَّ أَقْرَبَهُمْ مَّوَدَّةً لِّلَّذِينَ آمَنُواْ الَّذِينَ قَالُوَاْ إِنَّا نَصَارَى ذَلِكَ بِأَنَّ مِنْهُمْ قِسِّيسِينَ وَرُهْبَانًا وَأَنَّهُمْ لاَ يَسْتَكْبِرُونَ

“Andolsun ki mü’minlere düşmanlık bakımından, yahudi ve müşrikleri insanların en azgını bulacaksın. Mü’minlere sevgi bakımından en yakın olarak da: “Biz hıristiyanlarız.” diyenleri bulacaksın. Çünkü onların içinde keşişler (yol gösterici bilginler) ve rahipler vardır. Onlar (hakkı kabullenmekte) büyüklük taslamazlar.”[19]

Nitekim, Habeş hıristiyanlarından keşiş, rahip ve halktan bir grup, Resûlullah’ı dinlemek ve özelliklerini görmek için gönderilmişti de, Resûlullah sav tarafından okunan Kur’an’ı dinleyince müslüman olmuşlardı.

Kıymeti Müminler!

Efendimiz sav’in Diğer Peygamberlere imameti nasılsa, bizim de diğer insanlara karşı bir İmamet, Liderlik görevimiz vardır.

Efendimiz sav diğer Peygamberlerden as Nübüvveti nasıl miras olarak almış ve hitama erdirmişse, Bizler de bu İslam ve İman Mirasını Efendimizden alıp bütün insanlığı bu Mirasın nuru ile aydınlatmak zorundayız. Kim bu Mirasa sahip çıkarsa, Efendimizin sav şu müjdesine de kavuşmuş olacaktır.

Miracda Allâh Resûlü’ne hitâben:

“Peygamberlerden hiçbiri Sen’den evvel, ümmetlerden hiçbiri de Sen’in ümmetinden evvel cennete girmeyecektir!” diye buyrulmuştur. (Râzî, XXVIII, 248)

Yıl 622 Mekke’den Medine’ye Hicret

Kıymetli Müslümanlar!

Mekkeli Müşrikler iman etmedikleri gibi maddi-manevi bütün güçlerini kullanarak islamı yok etme savaşına girdiler. Artık Mekke’de Müslümanlar için hayat hakkı kalmamıştı. Her doğan güneş Müslümanlar için ya yeni işkenceleri ya da yeni ölümleri getiriyordu.

Tarih 622’yi gösterdiğinde Yüce Allah, Rasülü sav’e ve Müminlere Medine’ye hicret etmelerini emredecekti.

İslam’ın Yeni Şehri Medineye Doğru

Hz. Peygamber-Hz. Ebu Bekir ve Abdullah b. Üreykıt

200 Deveye karşı 2 Deveye razı olan dürüst adam Abdullah b. Ureykıt,

Allaha Tam Tevekkül eden, Rasülullah sav’e sadık, Ölüm Döşeğine yatan Hz. Ali,

Mağarada gelen İlahi Yardım Müjdesine Şahi Sadık Dost Ebu Bekr

اِلَّا تَنْصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللّٰهُ اِذْ اَخْرَجَهُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا ثَانِيَ اثْنَيْنِ اِذْ هُمَا فِي الْغَارِ اِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِه۪ لَا تَحْزَنْ اِنَّ اللّٰهَ مَعَنَاۚ فَاَنْزَلَ اللّٰهُ سَك۪ينَتَهُ عَلَيْهِ وَاَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا السُّفْلٰىۜ وَكَلِمَةُ اللّٰهِ هِيَ الْعُلْيَاۜ وَاللّٰهُ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ

“Eğer siz ona (Resûlullah'a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir: Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebu Bekir ile birlikte Mekke'den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına. Üzülme, Allah bizimle beraberdir, diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah'ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir.” (Tevbe, 9/40)

Hicretin ardından Efendimiz sav İslam Devletini Kurmanın ilk üç adımını atacaktı.

1-Mescidin İnşası : İlim, İbadet, Mesken ve Adalet Merkezi Oluşturma

2-Muahat : Ensar-Muhacir Din Kardeşliği İle Tek Millet Olma Şuuru

3-Medîne Vesîkası : Yahudilerle yapılan Medine Devletini Koruma Anlaşması

Mîraç’tan evvel Peygamber Efendimiz sav Kâbe’yi önüne alarak Mescid-i Aksâ’ya yönelir ve namazlarını öylece kılardı. Bu durum, hicretten sonra da yaklaşık 16 ay boyunca devam etmişti.

Dünyanın ve İnsanlığın Kıblesi Kabe oluyor

İki Kıbleli Mescid

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz sav, Receb ayının bir Pazartesi günü Benî Seleme semtinde oturan Bişr bin Berâ'nın annesi Ümmü Bişr'i ziyârete gitmişlerdi. Kendisine yemek yapıldı. Yediler. Bu sırada öğle namazı vakti girdi. Peygamberimiz sav, oradaki Mescidde Müslümanlarla birlikte iki rekât kıldıktan sonra namaz içinde Kâbe tarafına dönmesini emreden aşağıdaki Âyeti Kerime nazil oldu.

قَدْ نَرَى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَاء فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضَاهَا فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَحَيْثُ مَا كُنتُمْ فَوَلُّواْ وُجُوِهَكُمْ شَطْرَهُ وَإِنَّ الَّذِينَ أُوْتُواْ الْكِتَابَ لَيَعْلَمُونَ أَنَّهُ الْحَقُّ مِن رَّبِّهِمْ وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ

“(Ey Muhammed!) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (haber beklediğini) görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki, Ehl-i Kitap, onun (Kıblenin Kabeye dönmesinin) Rablerinden gelen gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapmakta olduklarından habersiz değildir.” (Bakara, 2/144)

İlahi Emirle derhal cemâatla birlikte yüzlerini Mescid-i Haram tarafına çevirdiler. Bu sebeple Benî Seleme Mescidine "Mescid-i Kıbleteyn / İki Kıbleli Mescid" adı verildi.[20] (Bu olayın Mescidi Nebide olduğu hakkında başka bir rivayet de var.)

Peygamberimiz sav'in emri üzerine, bütün Müslümanlara Kıblenin Mescid-i Aksa'dan Mescid-i Haram tarafına çevrildiği duyuruldu.

Bu iş yahudilerin hiç hoşuna gitmemiş ve Müslümanların moralini bozmak için,

“Bundan önce kıldığınız namazlarınız ne olacak?”,

“Allah kabul eder mi?”,

"Muhammed ve Ashabı, biz gösterinceye kadar kıblelerinin neresi olduğunu bile bilmiyorlardı." gibi kötü niyetli ve alaycı sözleri bir kısım Müslümanların telâşına sebep olmuştu. Çünkü, kıble değiştirilmeden önce Beytü'l-Makdise doğru namaz kılarak vefât etmiş veya şehid edilmiş Müslümanlar vardı. Bunun için

Efendimiz sav’e gelerek,

"Yâ Resûlallah! Daha önce ölen Müslüman kardeşlerimizin durumu ne olacak? Onlar Beytü'l Makdis’e doğru namazlarını edâ etmişlerdi." diyerek endişelerini izhar ettiler.

Cenâb-ı Hak Müslümanların bu endişelerini şu Âyet-i Kerime ile giderdi:

Buyuruyor ki:

وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِّتَكُونُواْ شُهَدَاء عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّتِي كُنتَ عَلَيْهَا إِلاَّ لِنَعْلَمَ مَن يَتَّبِعُ الرَّسُولَ مِمَّن يَنقَلِبُ عَلَى عَقِبَيْهِ وَإِن كَانَتْ لَكَبِيرَةً إِلاَّ عَلَى الَّذِينَ هَدَى اللّهُ وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُضِيعَ إِيمَانَكُمْ إِنَّ اللّهَ بِالنَّاسِ لَرَؤُوفٌ رَّحِيمٌ

“(Ey müslümanlar!) Böylece sizi dengeli (seçkin ve adaletli) bir ümmet kıldık ki insanlara karşı (adaletin örneği ve hakikatin) şahitler(i) olasınız ve Peygamber de sizin lehinizde şahit olsun. (Resûlüm! Biz vaktiyle arzulayıp da şu anda) yöneldiğin kıble (olan Kâbe’)yi ancak (sen) Peygamber(im’)e uyanları, topukları üzerinde geri dönen (münâfık ve mürted)lerden ayıralım (da onlar bilinsinler) diye kıble yaptık. Gerçi bu (Kıblenin çevrilmesi) elbette Allah’ın doğru yola ilettiği kimselerden başkasına ağır gelmektedir. Allah sizin imanınızı (Mescid-i Aksâ’ya yönelerek kıldığınız namazlarınızı) asla zâyi edecek değildir. Şüphesiz Allah, insanlara karşı çok şefkatlidir, çok merhametlidir.” (Bakara, 2/143) [bk. 4/41; 22/78]

Kıymetli Kardeşlerim!

Müslümanlar 23 yıllık Nübüvvet süresince yaklaşık 14,5 yıl Mescidi Aksaya, 8,5 yılda Mescidi Harama dönüp Namaz kılmışlardır.

Kıble Değişim Tarih Cetveli

14,5 Yıl Kudüse Dönüldü 8,5 Yıl Kabeye Dönüldü

610 623-624 632

Nübüvvet Medine Vefatın Nebi

İlk Namaz Kıble Mescidi Aksadan

İlk Kıble Mescidi Harama Döndü

Kıbleyi Değiştiren Ayeti Kerime Neden Namaz Ortasında Geliyor?

Yüce Allah, bir Öğle Namazının ilk iki rekatında Kudüse dönderdiği Peygamber sav ve Cemaatini son iki rekatinde Mekkeye dönderiyordu. Namaz Mekke ile Kudüsü birbirine bağlıyordu. Mescidi Aksayı Mescidi Harama bağlıyordu.

Miracın Karargahı Mekkede kurulmuş, Kudüste Peygamberler as buluşması gerçekleşmiş, arasındaki birlikteliğe bu sefer Medinei Münevvere de ekleniyor ve iki Kutsal Şehri birbirine Namaz ve Kıble ile bağlayan üçüncü Kutsal Şehir oluyordu.

Mekke’nin Üzerine Fethin Güneşi Doğuyor (630)

إِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُّبِينًا

"Biz sana apaçık bir fetih verdik.” (Feth Sûresi, 1)


Kıymetli Müslümanlar!


Zaman 630 yılını gösterdiğinde Efendimiz sav Ashabın büyükleri ile yaptığı istişare sonucu Mekke’nin Fetih hazırlıklarına başlıyordu.

Mekkelilerin Hudeybiye anlaşmasını bozmalarından dolayı, artık Mekke’nin Fethinin önündeki bütün engeller kalkmıştı.

Efendimiz sav, Gıfâr, Eslem, Eşca Müzeyne, Cüheyne, Süleym gibi, kendisine bağlı kabîlelere de: “Allah’a ve Ahiret gününe inanan, Ramazanın başında Medine’de hazır bulunsun,” diye haber gönderdi.

Rasûlüllah sav, Mekke'nin kan dökülmeden fethedilmesini istiyor, bu yüzden de hazırlıklar son derece gizli tutuyordu. Mekke ile Medine arasındaki bütün yollar kesildi. Bu vazife Huzâa kabilesine verildi. İki taraf arasında kuş uçurulmuyordu. Bu arada dikkatlerin başka yöne çekilmesi için Necid tarafına bir de seriyye gönderilmişti. Bütün bu hazırlık ve tedbirlerden sonra da işini Yüce Yaratıcıya havale eden Efendimiz sav şu duayı yapıyordu:

Efendimizin sefer Öncesi Duası

“Allah’ım! Yurtlarına ansızın kavuşuncaya kadar, kureşlilerin casus ve habercilerini tut, görmez ve işitmez hale getir! Kureyşlilerin gözlerini bağla ki, Beni, birdenbire görüp işitsinler!” (İbn-i Hişâm, IV, 14)

Hâtıb bin Ebi Beltea’nın Kureyş'e Yazdığı Mektup

Peygamber sav Mekke’nin fethi için gizlice hazırlanırken Mekke’den Sâre adlı bir kadın, yardım toplamak için Medine’ye gelmiş ve geri dönerken, Hâtıb b. Ebî Beltaa ra Mekke’deki yakınlarını korumak için kendisine durumu bildiren bir mektup vermişti.

Fakat Allah Resulü sav yücelerden gelen haberle Hatib’in yaptığından haberdar oldu ve Hz. Ali ile Zübeyr’i çağırtıp:

“Hah bostanına kadar gidin, orada, mahfe içinde yolcu bir kadın bulacaksınız. Yanında bir mektup var, onu alıp, getirin” buyurdu.

Kadın kendinde mektup olduğunu inkar edince Hz. Ali, “Allah’a yemin olsun ki Allah Resulü sav yalan konuşmaz, dolayısıyla onun haberiyle seni burada bulan bizler de yalan söylemiyoruz. Ya mektubu verirsin ya da üzerindeki elbiseleri soyar mektubu alırız.” deyince, kadın başındaki örgüyü çözüp arasında sakladığı mektubu Hz. Ali’ye verdi.

Mektupta,

“Ey Kureyş! Allâh’ın Rasûlü sav, sizin üzerinize öyle muazzam bir kuvvetle geliyor ki, gece karanlığı gibi korkunç olan bu ordu, sel gibi akacaktır. Allâh’a yemin ederim ki, Rasûlullâh Efendimiz sav üzerinize tek başına da gelse Allâh Teâlâ, O’nu size gâlip kılacak, vaadini yerine getirecektir. Şimdiden başınızın çâresine bakın!”[21]

Herkes şaşırıp kaldı, çünkü Hâtıb'dan böyle bir şeyi kimse beklemiyordu.

Rasûlüllah sav bir hey'et önünde Hatıb'ı sorguya çekti.

“Ey Hâtıb, bu ne iş, niçin bunu yaptın?” diye sordu.

Hâtıb: “Ya Rasûlüllah! Hakkımda karar vermekte acele etmeyin. Ben Kureyşlilerden olmayan bir kimseyim. Muhacir kardeşlerimin, Mekke'de âilesini ve mallarını koruyacak yakınları var, benimse kimsem yok. Ben, bunu Kureyş ileri gelenlerini minnet altında bırakayım da ailemi korusunlar diye yaptım. Yoksa bunu küfre saptığım ve dinimden döndüğüm için yapmış değilim. Vallahi ben, Allaha ve Rasülüne olan imanımda sabitim,” diye kendini savundu.

Efendimiz sav de O’na ra:

”Doğru söyledin” dedi.

Ashabı Kirama da dönerek:

“O; size doğruyu söyledi. Bundan sonra O’nun hakkında doğrudan başka bir şey söylemeyin,” buyurdular.

Hz. Ömer ra: “Yâ Rasûlallah, izin verin de şu münâfığın boynunu vurayım,” deyince,

Rasûlüllah sav müsaade etmedi ve şöyle buyurdular:

“Yâ Ömer! O, Bedir Gazası'nda bulundu, ne bilirsin belki de Cenâb-ı Hak Bedir ehline savaş günü bakıp: ‘Bundan böyle siz istediğinizi yapın, ben sizi bağışladım. Cennet size vacip olmuş, siz de cennete girmeye hak kazanmışsınızdır.’ demiş olabilir, buyurdu.


Manzara karşısında Hz. Ömer ra’in gözleri dolmuş ve: “Allah ve Rasülü sav her şeyi daha iyi bilir.” Dedi.

Müslümanların Aleyhinde Kafirlerle Ortaklık Haramdır.

Müminlerle Kafirler arsındaki dostluğun ve düşmanlığın durumu, Müslümanların sırrını Kafirlere haber verme hususundaki Allah’ın cc hükmü, Mümtehine Suresinin ilk 3 Âyeti Kerimesi ile İlâhi ve nihâi karara bağlandı:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا عَدُوِّي وَعَدُوَّكُمْ أَوْلِيَاء تُلْقُونَ إِلَيْهِم بِالْمَوَدَّةِ وَقَدْ كَفَرُوا بِمَا جَاءكُم مِّنَ الْحَقِّ يُخْرِجُونَ الرَّسُولَ وَإِيَّاكُمْ أَن تُؤْمِنُوا بِاللَّهِ رَبِّكُمْ إِن كُنتُمْ خَرَجْتُمْ جِهَادًا فِي سَبِيلِي وَابْتِغَاء مَرْضَاتِي تُسِرُّونَ إِلَيْهِم بِالْمَوَدَّةِ وَأَنَا أَعْلَمُ بِمَا أَخْفَيْتُمْ وَمَا أَعْلَنتُمْ وَمَن يَفْعَلْهُ مِنكُمْ فَقَدْ ضَلَّ سَوَاء السَّبِيلِ

“Ey İman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Siz onlara sevgi gösteriyorsunuz. Halbuki onlar size gelen hakkı inkar ettiler. Rabbiniz olan Allah'a inandınız diye Resulü ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer rızamı kazanmak üzere benim yolumda cihad etmek için çıktıysanız (böyle yapmayın). Onlara gizlice sevgi besliyorsunuz. Oysa ben sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, mutlaka doğru yoldan sapmıştır.”(Mümtehine, 60/1)[22]

“Eğer onlar sizi ele geçirseler size düşman olurlar, size (her türlü) kötülükle ellerini, dillerini uzatırlar ve (sizin hep) kâfir olmanızı arzu ederler.” (Mümtehine, 60/2)

“Kıyamet günü ne akrabanız ne de çocuklarınız asla size fayda vermeyecek, (Allah onlarla) aranızı ayıracaktır. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir.”(Mümtehine, 60/3)

Bir diğer Ayeti Kerimede:

لَا يَتَّخِذِ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِر۪ينَ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِن۪ينَۚ وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ فَلَيْسَ مِنَ اللّٰهِ ف۪ي شَيْءٍ اِلَّٓا اَنْ تَتَّقُوا مِنْهُمْ تُقٰيةًۜ وَيُحَذِّرُكُمُ اللّٰهُ نَفْسَهُۜ وَاِلَى اللّٰهِ الْمَص۪يرُ

“Mü’minler, Mü’minleri bırakıp da Kafirleri/İslâm karşıtlarını dostlar, (hâkim, kumandan, hükümdar ve sırdaş) edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık Allah’tan ona (yardım olarak bekleyeceği) hiçbir şey yoktur. Ancak onlardan (gelebilecek bir tehlikeden) korkup da sakınmanız (için zoraki dostça davranmanız ve müslümanların aleyhine olmayacak hususlarda antlaşmalar yapmanız) hariçtir. Allah sizi, asıl kendisine karşı (gelmekten ve isyandan) sakındırır, dönüş ancak Allah’adır.” (Âli İmran, 3/28) [krş. 4/139-144; 58/22].”

Peygamber sav buyurdular ki:

قالَ أنَسٌ: قالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: «مَن أصْبَحَ وهْمُّهُ غَيْرُ اللَّهِ تَعالى فَلَيْسَ مِنَ اللَّهِ في شَيْءٍ، ومَن أصْبَحَ لا يَهْتَمُّ بِالمُسْلِمِينَ فَلَيْسَ مِنهم

“Kim Allah’tan Başka Bir Şeyin Kaygısıyla Sabahlarsa, Onun Allah Katında Hiçbir Kıymeti Yoktur. Kim de Müslümanların işleriyle ihtimam etmeyen/ kederlenmeyen / ilgilenmeksizin sabahlarsa onlardan (Müslümanlardan) değildir.”

Fetih Yolculuğu Başlıyor

Müslümanlığın temeli, “Tevhid İnancı”dır. Tevhid İnancı'nın, yeryüzünde en büyük âbidesi, Mekke'deki Kâbe'dir. Ancak bu kutsal yer, putlarla doldurulmuş, putperestliğin merkezi hâline getirilmişti.

İslâm güneşi doğalı 20 yıl olmuştu. Artık, Mekke'nin şirkten kurtulması, Kâbe'nin putlardan temizlenmesi gerekiyordu.

Rasûlüllah sav, Hicretin 8. yılı, Ramazan'ın 10. (1 Ocak 630) Pazartesi günü 10 bin kişilik muazzam ordusuyla Medine'den yola çıktılar. [23] Yolda katılan birliklerle, ordunun sayısı daha sonra 12 bine yükselmişti. [24] O gün Rasûlüllah sav ve Ashâbı ra oruçluydu. Yola çıktıktan sonra bazıları oruçlarını bozdular. [25]

Mekke'ye Giriş (20 Ramazan 8 H./11 Ocak 630 M.)

Hz. Peygamber Ordusuyla Mekkede

Kıymetli Müslümanlar!

Fetih Günü Efendimiz sav’in Mekkeye girişi, tam bir tevazu ve İslam Ahlakının canlı bir gösterisidir. Devesi Kusvanın üzerinde, Başını önüne eğmiş bir vaziyette ordusunun önünde ilerleyen Efendimiz sav, Mekkelilere Nebevi Ahlakı ve Merhametini de öğretiyordu.

Tebliğ ve İrşad ile uslanmayanlar, Cihad ve Fetihle yola getiriliyordu.

Kabe’nin içine, dışına hatta Mekkenin belli noktalarına yerleştirilmiş bütün putlar temizleniyordu.

İsra Sûresinde:

وَقُلْ جَٓاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُۜ اِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا

“De ki: Hak geldi, batıl yok oldu. Çünkü batıl, yok olmaya mahkumdur.”(İsrâ, 17/81)[26]

İslâm’a uygun olmayan her inanç, her fikir ve hareket Allah katında batıldır; geçersizdir. Sadece İslâm’ın nuruyla aydınlananlar küfürün karanlığından kurtulabilirler. Çünkü karanlığı gideren ancak ışıktır. Peygamberimiz sav Mekke’nin fethi günü 360 putu asâsıyla iterken bu âyeti okumuştur.

Fetih Hutbesi ve Genel Af

Rasûlüllah sav Kâbe kapısının eşiğinde durdu. Karşısında sıralanmış olan Mekkelilere baktı. 20 yıl boyunca şahsına ve müslümanlara ellerinden gelen her kötülüğü yapmaktan çekinmeyen bu adamların hayâtı, şimdi O'nun iki dudağı arasından çıkacak hükme bağlıydı.

Rasûlüllah sav şöyle hitâbetti.

"Allah'tan başka ilâh yoktur, yalnız O vardır. O'nun eşi ve ortağı yoktur. O va'dine bağlı kaldı, sözünü yerine getirdi. kuluna yardım etti, tek başına bütün düşmanları hezîmete uğrattı.

İyi bilinki bütün câhiliyet âdetleri, mal ve kan davaları bugün şu iki ayağımın altındadır. Yalnız, Kâbe hizmetleriyle hacılara su dağıtma işi (hicâbe ve sikaye hizmetleri) bu hükmün dışında bırakılmıştır.

Ey Kureyş Cemâati! Allah sizden câhiliyet gururunu, babalarla, soylarla büyüklenmeği giderdi. Bütün insanlar, Âdem'dendir, (O'nun çocuklarıdır.) Âdem de topraktan yaratılmıştır."

Sonra şu Âyet-i Kerîmeyi okudu.

يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثٰى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَٓائِلَ لِتَعَارَفُواۜ اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ عَل۪يمٌ خَب۪يرٌ

"Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. (Övünesiniz diye değil, kolaylıkla) tanışasınız diye, sizi milletlere ve kabîlelere ayırdık. Allah katında en değerliniz, Ona karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Allah her hâlinizi bilir, O her şeyden haberdârdır." (Hucurât, 49/13)

Rasûlüllah sav Mescid-i Harâm'ın geniş sâhasını dolduran kalabalığı süzdükten sonra:

- Ey Kureyş Cemaâtı! Size şimdi nasıl bir muâmele yapacağımı sanıyorsunuz? diye sordu.

Mekkeliler hep bir ağızdan:

-“Hayır umuyoruz. Sen kerîm bir kardeş, âlicenâb bir kardeş oğlusun”, diye cevap verdiler.

Rasûl-i Ekrem sav:

“- Ben de size Yûsuf'un kardeşlerine söylediği gibi,

قَالَ لَا تَثْر۪يبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَۜ يَغْفِرُ اللّٰهُ لَكُمْۘ وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِم۪ينَ

“(Yusuf) dedi ki: «Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir.” [27] diyorum. Haydi gidiniz, hepiniz serbestsiniz [28] buyurdu.

İkrime’nin İmtihanı / İdamdan İmana

Resûl-i Ekrem, ihtişamlı zaferiyle Mekke’ye girdiğinde, dört erkek ve iki kadının dışında herkesi affettiğini ilan etti. Bunlar, İslam’a düşmanlıkta ve zu­lümde en ileri gidenlerdi. Bu sebeple, yakalandıkları yerde öldürüleceklerdi. Bu dört kişiden birisi de İkrime’ydi. Çünkü fetih günü herkes mücadeleyi terk ettiği hâlde, o etrafına topladığı arkadaşlarıyla Müslümanlarla savaşmaya devam etmişti.

İkrime, bir yolunu bulup Mekke’den kaçmaya muvaffak oldu ve bir gemi­ye binerek Yemen’e doğru açıldı. Denizde dehşetli bir fırtına çıkarak gemiyi sarsmaya başladı. Gemi kaptanı halkı toplayarak, “Samimi olun ve Allah’tan kurtulmanızı isteyin.” dedi.

İkrime kaptana, “Hâlis ve samimi olmak için ne yapmam gerekiyor? Hem burada samimi olursam, bu samimiyetimi karada da devam ettirmem lazım.” dedi.

Kaptan ona, “Gerçekten samimi olmak istiyorsan Allah’tan başka ilah ol­madığını söyle.” dedi.

İkrime, “Ben zaten bunu söylememek için kaçıp buralara kadar geldim!” de­diyse de, kaptanın sözleri kendisine çok tesir etmiş ve sonra şöyle dua etmişti:

“Ey Allah’ını! Eğer beni bu fırtınadan kurtarırsan, Muhammed’e gidip elleri­ne sarılacağım ve onun keremine sığınarak affedilmemi isteyeceğim.”

Bu esnada İkrime’nin karısı, Hâris bin Hişâm’ın kızı Ümmü Hâkim, Müslüman olmuş ve Re­sû­lullah sav’e giderek İkrime’nin affedilmesini ve ona emân ve bir emân işareti veril­mesini istemişti. O şefkat ve Rahmet Peygamberi sav, İkrime’yi affetmiş, hatta siyah sarığını da Eman’ına bir işaret olarak vermişti.

Ümmü Hâkim, derhâl kölesiyle birlikte yola çıkarak kocası İkrime’yi arama­ya koyul­du ve aylar süren yolculuktan sonra onu Tihame sahillerinde buldu. Hanımı İkri­me’ye Resûl-i Ekrem’in kendisine eman verdiğini defalarca söyle­mesine rağmen, İkrime eski düşmanlıklarını hatırlıyor ve affedileceğine ihtimal vermiyordu. İkrimenin Hanımı, Rasülullah’ın sav Siyah Sarığını gösterince İkrime ikna olmuştu.

Günler süren yolculuktan sonra İkrime ve Ümmü Hâkim, Medine’ye ulaştı. Mescidin bir köşesinde Re­sû­lul­lah sav’i bekliyorlardı. İkrime, Re­sû­lul­lah’ın nasıl muamele edeceğini merak ediyordu. Bir müddet sonra Re­sû­lul­lah sav çıkageldi ve onları gördü. Peygamberimiz eski düşmanlıkları katiyen hatırlatmadan ve hissettirmeden, “Merhaba, ey süvari muhacir!” diyerek İkrime’yi kucakladı.

İkrime, “Ey Allah’ın Resûlü! Beni neye davet ediyorsun?” dedi.

Resûl-i Ek­rem sav, “Se­ni Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim Allah’ın Resûl’ü olduğuma şehadet et­meye, namaz kılmaya, zekât vermeye davet ediyorum.” diyerek İslam’ın esaslarını anlattı.

İkrime’nin cevabı ise şuydu:

“Yemin ederim ki, sen sadece hakka, güzel ve iyi şeylere davet ediyorsun. Yemin ederim ki, sen peygamberlik gelmeden önce de, bizim içimizde en doğru konuşan idin. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna şehadet ederim.”

İkrime ra, eski günahlarını hatırlıyor ve onlardan dolayı büyük mahcubiyet du­yuyordu. Onun bu durumunu hisseden Resûl-i Ekrem sav, ona büyük müj­deyi verdi:

“İşte sana bugün hiç kimseye vermediğim şeyi vereceğim.”

Hz. İkrime bunun üzerine Efendimizden kendisine şöyle dua etmesini istedi:

“Sana karşı yaptığım bütün düşmanlıklar, sana karşı attığım her adım, sana karşı gel­diğim her yer ve yüzüne karşı yahut gıyabında söylediğim her söz için mağfiret dile­meni istiyorum.”

Re­sû­lul­lah sav ellerini kaldırıp, İkrime için şöyle dua etti.

“Allah’ım! Bana yaptığı bütün kötülükleri, Senin nurunu söndürmek için attığı her adımı affet! Yüzüme karşı veya gıyabımda benim aleyhimde söylediği sözleri de affet!”

İkrime, Re­sû­lul­lah’ın bu duası karşısında fevkalade duygulanmıştı. Artık bundan sonra her şeyiyle Allah için çalışacaktı.

Şöyle söz verdi:

“Ya Re­sû­lal­lah! Allah’a yemin ederim ki, insanları Allah yolundan çevirmek için sarf ettiğim malın iki mislini Allah yolunda harcayacağım, Allah yolundan çevirmek için yaptığım savaşların iki mislini Allah yolunda yapacağım…”


İkrime, Müslüman olduktan sonra bazıları onunla, “Bu ümmetin firavununun oğlu!” diye şakalaşmak istiyorlardı. Ancak İkrime bu sözlerle eski Cahiliye günlerini hatırladığı için rahatsızlık duyuyordu. Bir gün dayanamayarak Re­sû­lul­lah’a şikâyete bulundu.

Bunun üzerine Resûlullah sav Ashâbına şöyle dedi:

“Onu babasının ismiyle anmayın, ona böyle hitap etmeyin.”

Bu hadiseden sonra Resûllullah sav onun “İkrime bin Ebî Cehil” olan künyesini “İkrime Ebû Osman” olarak değiştirdi.

Yermuk[29]’ta öylesine fedakârane savaşıyordu ki, göğsünde açılan yaradan kanlar fışkırıyor ve o yine at üzerinde savaşa devam ediyordu. Yanında bulunanlar, “Ey İkrime, kendine acı, bu kadarı fazladır.” dediler. O, onlara şöyle cevap verdi.

“Ben Lât ve Uzza için yıllarca mücadele ettim. Şimdi bu kadar yara almışım, sıkıntılara katlanmışım, ne ehemmiyeti var?!”

Muharebenin sonunda İkrime şehadet şerbetini içti.[30]

İbret! Kimin Ne Zaman Ne Olacağını Bilemeyiz

Hz. Nuh as’ın Oğlu Sel sularını görmesine, Ulul Azm Peygamber babasının bütün nasihatlarına rağmen iman etmezken,


İslamın en büyük düşmanı Ebu Cehil’in oğlu ve kendisi de babası kadar İslam’a düşman olan İkrime imanı seçmiş ve hayatını şehadetle noktalamıştır.

Mekke’nin Fethi’nden Sonra Peygamber Efendimiz sav’in Gösterdiği Vefa Örneği...

Allâh Resûlü sav, fetihten sonra Mekke’de on beş gün kaldılar. Bu arada Ensâr’dan bâzıları endişelenmiş, Hazret-i Peygamber’in bir daha Medîne’ye dönüp dönmeyeceklerini düşünüyorlardı. Çünkü Allâh Teâlâ, O’na doğup büyüdüğü mübârek ve mukaddes yerin fethini nasîb etmişti. Safâ Tepesi’nde duâ etmekte olan Hazret-i Peygamber sav, Ensâr-ı Kirâm’ın bu tedirginliklerini sezdiler. Duâları bittikten sonra onların yanına gelerek:

“–Konuştuğunuz nedir?” diye sordular.

Onlar da endişelerini dile getirince, Allâh Resûlü sav büyük bir vefâ örneği sergileyerek şöyle buyurdular:

“–Ey Ensâr! Öyle bir şey yapmaktan Allâh’a sığınırım. Ben sizin memleketinize hicret ettim. Hayâtım hayâtınız; ölümüm de sizin yanınızdadır.” Bu ifâdelerden sonra Ensâr’ın endişesi zâil oldu. (Müslim, Cihâd, 84, 86; Ahmed, II, 538)

Hz. Peygamber sav’in Vefatı 632

Tarih 632’yi gösterdiğinde Hatemen Nebi sav Refigi A’la Refigi A’la diye diye Hz. Aişe Annemiz’in dizinde Rabbine göç etmiştir.

Hz. Ebu Bekr ra’in Hilafeti (632-634)

Ondan sav sonra Müslümanların idaresine Hz. Ebu Bekr Efendimiz geçmiş ve Rasülullah sav’in ilk Halifesi olmuştur. 2 yıllık hilafeti süresince Müthiş bir Siyaset uygulayarak İslam Birliğini tam olarak sağlamıştır.

Hz. Ömer ra’ın Hilafeti (634-644)

Hz. Ebu Bekrin birliği sağlamasının ardından Hz. Ömer döneminde İslamın Fetih hareketleri, bu günkü İran, Irak, Suriye, Anadolu, ürdün, Lübnan, Mısır taraflarına hızlıca yayılmıştır. İslam Orduları Kudüsün kapılarına kadar gelmişlerdir.

Hz. Ömer ra’ın Fetihinden Önce Kudüs[31]

Kudüs Farisiler ve Roma/Bizans arasında defalarca el değiştirmiş, Bizans imparatoru Filistin’i miladi 628 yılında işgal edip Farisileri şehirden kovdu. Ve Bizans şehre tekrar haç koydu. Genel olarak tarihe baktığımızda Filistin bölgesinde ve özellikle Kudüs şehrinde Yahudilerin bölgede bulunduğu zaman çok kısadır.

Kudüs'ün Fethi

Hz. Ömer ra

Kıymetli Kardeşlerim!

“Şerefli fetihler şerefli komutanlar eliyle olur.”

Efendimiz Muhammed sav’in İsrâ hadisesi gerçekleştiğinde, Kâbe ve Mescid-i Aksa arasında da manevi olarak bağlantı kurulmuştu.

İlk Kez Kudüs İslamla Tanışıyor (638)

Halife : Hz. Ömer ra

Komutan : Ebu Ubeyde bin Cerrah

Vali : Ubade b. Samit

Kudüs, ilk kez Milâdî 638 yılında 2. Halife Hazret-i Ömer ra döneminde sulh yoluyla fethedilmiş ve şehrin anahtarları, Kudüs baş patriği Sophronius tarafından bizzat Hazret-i Ömer’e teslim edilmiştir. Hazret-i Ömer, şehirde o dönemde yaşayan hristiyanlarla tarihe “Ömer Sözleşmesi” olarak geçecek bir antlaşma imzalamış, onlara İslâm’ın şiârı olan “can, mal, inanç ve ibadet gibi haklarının koruyacağına dair” bir teminat vermiştir.

Dünyanın Şatafatına Aldanmayan Halife

Hz. Ömer ra’ı karşılayan İslam Ordusu, Uzun süre yoldan gelmiş olan Halifenin elbiselerini ve devesini İslam Halifesine uygun bulmamışlardı.

“Ey Emiral Müminin! Bu Kudüs halkı gösteriş ve şatafatı çok severler. Gelin sizin elbiselerinizi yenileyelim sana güçlü bir at verelim, sen görkemli atın üzerinde, gösterişli elbiselerle düşmanı karşıla”, gibi sözler sarf edince,

Hz. Ömer ra yerden bulduğu taşları onlara atarak, bunu söyleyenleri azarlamıştır.

Hz. Ömer ra şuna iman etmişti ki o Allah, Zafer ve Fethi dünyalık güç ve gösterişle değil, ihlas ve samimiyetle kendi yolunda savaşanlara nasip eder.

Efendimiz sav’in Fetih Terbiyesi almış Hz. Ömer ra da Efendimiz sav’in Mekkenin Fethindeki Tevazu ve ağırlığı ile Kutsal Şehre giriyordu.

“Şerefü`l-mekân bi`l-mekîn”

Kutsal Topraklara girildiğinde oranın geçmişine, halkının inancına, şehrin durumuna bakılmaz, O Beldeyi Kutsal Kılanın hatırına ve rızasına bakılır.

Kudüsün Anahtarları Hz. Ömere Teslim Ediliyor.

Kudüse giren Hz. Ömer Öğle Namazını kılacak uygun bir yer arıyordu.

Rahipler,

Ey Halife! Kıyamet Kilisesinde size bir yer hazırlasak da Namazınızı orada kılsanız, bizi de şereflendirmiş olsanız, deyince,

Hz Ömer ra,

-hayır, diyor.

Rahipler neden diye sorduklarında,

Hz. Ömer ra:

-Eğer ben o kilisede namaz kılarsam, benden sonraki müslümanlar Halife Ömer burada namaz kıldı, deyip bu kiliseyi yıkar orayı mescid yaparlar, burası sizin için kutsal bir yer, öylece kalsın, diyor.

Kıyamet Kilisesinin hemen üst tarafında bir yerde namaz kılıyor. Daha sonra da o yer üzerine Ömer Mescidi adında bir mescid inşa edilmiştir.

Hatta Hz. Ömer ra, Yahudiler üzerindeki Hristiyan yasağını kaldırmış ve Yahudilerin de Kudüs'e girmelerine ve ibadet etmelerine izin vermişdi.

Fetih Ahlakını Rasülullah sav’den alan Müslümanlar 14 asırdır hiçbir milletin mabedine el sürmemişlerdir.

Fetih bitince Askerler, ey Ömer ganimetten hakkımızı ver, toprakları aramızda paylaştır, diyorlar,

Bunun üzerine Hz. Ömer bir konuşma yapıyor: aranızda Mekkenin fethine katılanlar var. Efendimiz sav mekkeyi feth ettiğinde Mekkeyi aramızda bölüştürdü mü? Diye sorunca,

Oradakiler:

-Hayır dediler.

Hz. Ömer ra:

-Unutmayın, “Kudüs Mekke’dir”, demiştir.


Kıymetli Dostlar!

Kıyamet gününe kadar da, müminlerin imanında Kudüs, Mekke olarak kalacaktır.

Tapusu Yüce Allaha aid olan bu kutsal şehirlerin, bu aziz Mescidlerin bekçiliğini yapabilmek, buralara hizmet edebilmek, buralar uğrunda cihad etmek, bir Müslümanın dünyada yapabileceği en yüce ibadetlerdendir.

Rabbim bu şuuru hepimize nasip eylesin. Amin!

İşler bittikten sonra, Hz. Ömer komutan Ebu Ubeyde ra’e: Ey Ubeyde haydi beni çadırına götür, diyor.

Komutanın Çadırının yanına varıp içine dışına baktığında, ey Ubeyde sen burada mı kalıyorsun,? diyor.

Evet, ey Emiral Müminin, diyor.

Tevazu Timsali Hz. Ömer ra,

-Ey Ubeyde, dünya hepimizi değiştirdi ama seni değiştiremedi, diyor.

Halbuki kendisi yemede, içmede, giyimde ve harcamalarında Müslümanların Fakirlerini kendine örnek almış bir Halife, bir adil devlet Başkanı.

Kıymetli Dostlar!

Maalesef Fatımiler ve Selçukluların birbirleri ile olan mücadelelerini fırsat bilen Haçlılar, 1099 yılında Kudüs’ü ele geçirmişti. Bundan sonra Kutsal Şehre yeniden zulüm ve havşet hakim olmuştu.

Bir Fetva / Boykot Bir İbadettir

Şâfiî fakihlerinden olan İbn-i Abdüsselâm (vefatı h. 660 / m. 1262), İslâm dünyasına savaş açmış haçlılara silah ve silah yapımında kullanılacak malzemenin satışının haram olduğuna ve bunu yapanların zalim olacaklarına dair bir fetvâ yayınlamıştı. Bu fetvâyı duyan terzilerden biri, İbn-i Abdüsselâm’a gelerek;

“–Haçlılar bana elbise diktirmeye geliyorlar. Ben haçlılara elbise dikersem bu zulme ortak olur muyum?” diye sordu.

İbn-i Abdüsselâm ise günümüze de ışık tutan şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Hayır, sen zulümlerine ortak olmazsın. Sana iğne iplik satan zulme ortak olur, sen ise zâlimin ta kendisi olursun.”

Komutan ve Lider Evlatlar yetiştirmek

Eyyübiler Kudüs’te

Kıymetli Kardeşlerim!

Nureddin Zengi olup, Selahaddinler yetiştirmek zorundayız.

O Salahaddin sekiz, dokuz yaşlarında Halebin sokaklarında gezerken, bir marangozun Atölyesinde çok muhteşem bir Mimber görür. Merak eder ve ustaya sorar:

-Amca bu Mimberi hangi Mescid için yaptın?

Marangoz:

-Bu mimber Mescidi Aksa içindir evlat, der.

Salahaddin:

-Mescidi Aksa İşgal altında değil mi?

Usta:

“Evlat, ben bir marangozum, benim işim sadece bu Minberi yapmak. O Minberi oraya koymaksa Allah’ın Başka kullarının işidir, Onlarda kendi işlerini yapsınlar” der.

Kudüsün Son Fatihi

Salahaddin Eyyübi

Bunun üzerine Kudüsün Fatihi olabilmek aşkı Salahaddinin gönlüne düşer. Haçlıların işgalinden 88 sene sonra, takvimler 1187’yi gösterdiğinde, Allah da Kudüs Aşkıyla yanan bu gönlün sahibini 33 yaşında, Hıttın Zaferi ile, Kudüsün Fatihi yapıyor.

Selahattin Eyyubinin Cesareti

2000 kişilik ordusuyla, Haçlı orduları ve müttefiki Münafık Fatımi ordularını pusuya düşürmek için hiç kimsenin geçmeye cesaret edemediği Tih Sahrasından geçerek gizlice, düşmana arkadan yaklaşan Selahattin Eyyubi, 30.000 kişilik düşman ordusunu görünce ümitsizliğe düşen askerlerine hitaben onları teskin ve teşvik edecek şu maniler konuşmayı yapıyordu:

Askerlerim!

Bilin ki ölüm, Allah'ın huzuruna varmaktır. Dinini ve imanını müdafaa yolunda Şehadete erenlerin doğrudan doğruya Cennetlik olduğundan hepiniz haberdarsınız. Şayet rahatımızı düşünüyor olsaydık bize yakışan burada olmak değil, karılarımızın ve çocuklarımızın yanında olmaktı.

Düşmanımızın az ya da çok olması bizi asla yolumuzdan alıkoyamaz. Şimdi siz kaçmak zilletine düçar olmayı mı yoksa şehit olmayı mı arzu edersiniz? Allah'ın yardımı şüphesiz bizimledir. O Allah elbette dinine hizmet edenlere zafer verecektir.”

Selahaddin Eyyübinin Serveti

Lüksle, servetle, iktidarla, … dünyanın geçici nimetleri ile imtihan edilen ve bu imtihanda dünya ve nimetlerini elinin tersiyle iten bu Selahattin Eyyubi vefat ettiği zaman baş veziri Şam sokaklarında Dellal gezdirerek şöyle bağırtmıştır:

Ey Ahali!

Bilmiş olasınız ki, Mısır'ın, Sudan'ın, Libya'nın, Filistin'in, Şam’ın, Halep'in Musul'un Hicaz’ın ve daha nice ülkelerin hükümdarı olan Sultan Selahattin Eyyubi vefat etmiştir. Şahsi parası cenaze masraflarına yetmediği için, bunlar yakınları ve dostları tarafından karşılanmıştır.

Osmanlılar Kudüste

Kudüs, Yavuz Sultan Selimin gönderdiği Sinan Paişa’nın savaşı kazanmasıyla, Müslümanlar arasında el değiştirdi. 401 yıl boyunca fethin bereketi devam etmiştir.

Yahudilerin Filistinden ayrılma ve Filistine yeniden Dönmeleri

Onlar bir daha azacaklar, Allah tekrak kullarını orada onların üzerine gönderecek.

Babil kralı Buhtun Nasr, Milattan Önce 597’de İsrailoğullarını mağlup ederek, Beytül Makdislerini de yerle bir etmiş, o günkü yahudiler dünyanın değişik yerlerine gitmek zorunda kalmışlardı. Medineye gelen Yahudi kabileleri de o baskından sonra gelen grupdandır.

MÖ 597 Buhtun Nasr baskınından 1948 yılına kadar, 2545 yıl İsrailoğulları bir devlet olamadılar. Bu kadar yıl Kudüs hasretiyle yanıp tutuştular.

İngilizler Kudüste

Avrupa sevdalısı, Alman hayranı üç Paşanın ısrarı ve isteği üzere 1. Cihan harbine giren Osmanlı maalesef savaşı kaybetmiş, Kudüsü de 9 Aralık 1917'de İngilizlere bırakmak zorunda kalmıştı. Bu tarihten itibaren İngilizler Filistin topraklarına ağır ağır Yahudileri yerleştirmişler ve bu yahudileri silahlı eşkıya haline getirmişlerdir.

Küfür Tek Millettir

Osmanlı ve Almanlar 1. Dünya Savaşında İngilizlere karşı birlikte savaşmalarına rağmen, İngilizler, Kudüsü Müslümanların elinden alınca, Alman kiliseleri haftalarca Zefer çanları çalmışlardır.

Yahudi İşgalinin Başlaması (1948)

Yahudi işgali ile başlayan son süreci hepimiz hem biliyoruz hem de üzülerek izliyoruz.

Biz Müslümanları üzen esas şey Yahudilerin ve Yardakcılarının zalimliğinden daha çok, 50’den fazla İslam Ülkesinin Yönetimlerinin, ya doğrudan-alenen, ya da dolaylı olarak-gizliden Zalimden yada tavır takınmalarıdır.

Aziz Müminler!

Bugün neden Kudüs Feth edilemiyor, anlayalım artık.

Kudüs çok değerli olduğu için, Müslümanların Kudüs Sevdası ve Cihad İbadeti kıyamet gününe kadar devam edecektir.

Oradaki kavga bilmeyecek.

Kudüsün eteklerinde Cihad hep devam edecek.

عَنْ أَبِي أُمَامَةَ رَضِي اللهُ عَنْهُ قَالَ: قَالَ رسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَليْهِ وَسَلَّمَ:"لا تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ أُمَّتِي عَلَى الدِّينِ ظَاهِرِينَ ، لِعَدُوِّهِمْ قَاهِرِينَ ، لَايَضُرُّهُمْ مَنْ خَالَفَهُمْ إِلَّا مَا أَصَابَهُمْ مِنْ لَأْوَاءَ، حَتَّى يَأْتِيَهُمْ أَمْرُ اللهِ. وَهُمْ كَذلِكَ، قَالُوا: يَارَسُولَ اللهِ وَأيْنَ هُمْ ؟ قَالَ : "بِبَيْتِ الْمَقْدِسِ وَأَكْنَافِ بَيْتِ الْمَقْدِسِ


Ebu Ümâme ra’den rivayetle,

Rasûlullah’ın sav:

“Ümmetimden bir topluluk daima hak üzere olacak ve düşmanlarına kesin bir şekilde üstün gelecektir. Allah’ın emri gelinceye dek şiddetli geçim sıkıntısına düşmeleri durumu hariç muhalefet edenlerin muhalefeti onlara zarar vermeyecektir.” “Ya Rasûlallah! Onlar nerededirler?” dediler. O sav, “Onlar, Beyti’l Makdis’te ve Beyti’l Makdis’in etrafındadırlar” buyurdu.[32]

ÖZET

Kıymetli Gençler!

Kudüs Mekke’dir. Kudüse hakim olan dünyaya da Hakim olur!

Kudüs İçin Yapmamız Gerekenler Nelerdir

Kudüs ve Mescidi Aksa eksenli devamlılığı olan Salih Amelimiz olsun.

· Dualarımız,

· Sadakalarımız,

· Zekatlarımız,

· Kurbanlarımız,

· Çocuklarımızın İsimlerinde Kudüsü hatırlayalım,

· Şehirler, Caddeler planlarken Kudüs diyelim.

· Kudüsün, Rasülullahın sav Miracı, İslamın ilk Kıblesi, Hazret-i Ömer ra’ın Ümmete Kutsal bir emaneti olduğunu bilelim.

· Evimizden başlayarak, etrafımıza “Küdüs Mekkedir”, hakikatını öğretmeliyiz.

· Evlerimiz, Caddelerimiz, Camilerimiz, Cemiyetlerimiz Kudüsün Şubesi olmadan, Müslümanlar Kudüsün sevdalısı olmadan, ne biz Kudüsün Fatihi olabileceğiz ne de Kudüs bizim olacak.

· Yaptığımız işin hakkını vererek en iyisini yapmak zorundayız.

· Her meslek sahibi, her makam sahibi işinin en iyisini ortaya koymak zorundadır.

· Sevgi ve Merhamet üretmek zorundayız. Tükettiğimiz müddetçe tükeneceğiz.

· Yapmamız gereken bir diğer iş de Kafirler bu konuda ne yapıyorsa, hangi politikayı uyguluyorsa, biz Müslümanlar da onlardan bir adım daha ilerde o işin en iyisini yapmak zorundayız. İslam Birliği, İslam Orduları, İslam Pazarı, İslam Parası, İslam Topraklarının birleşmesi, sınırların kalkması.

· Müslümanların vahdeti ancak bu şekilde gerçekleşebilir, bir ve bütün oluruz.

· Birbirimizle kavga etmekten küfürle mücadele edecek zaman ve imkan bulamıyoruz.


Kafirler Güçlü Değil, Müslümanlar Zayıf


وَاَط۪يعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَلَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ ر۪يحُكُمْ وَاصْبِرُواۜ اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِر۪ينَۚ

“(Ey iman edenler!) Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, yoksa korkaklaşırsınız da rüzgarınız (hızınız, cesaretiniz) kesilir (kuvvet ve devletiniz elden gider). Bunun için sabırlı (ve müsamahalı) olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal, 8/46)

Allahtan, Müminler İçin Koruma Garantisi

………….. وَلَنْ يَجْعَلَ اللّٰهُ لِلْكَافِر۪ينَ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ سَب۪يلًا۟

“… Allah, kafirlere mü'minlerin aleyhinde kesinlikle yol vermez.” Nisa, 4/141)

Evlerimizde Sevgi, Hürmet olacak ve İslam’ın Nuru olacak,

Cami Cemaati arasında gönül birliği olacak,

Mahallemizde vahdet olacak,

Derneklerimizde, İctimai Hayatlarımızda vahdet olacak,

Kurumlarımızda ve Partilerimizde aynı gaye aynı Sevda olacak,

Bütün bu birlikteliğe Evlerimizden, akraba ve dostlarımızdan başlayacağız. Böylece 2 milyarlık Ümmetin vahdeti de sağlanacaktır, biiznillah.

عَنْ مَيْمُونَةَ مَوْلَاةِ النَّبِيِّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَنَّهَا قَالَتْ : يَا رَسُولَ اللهِ أَفْتِنَا فِي بَيْتِ الْمَقْدِسِ . فَقَالَ : اِئْتُوهُ فَصَلُّوا فِيهِ -وَكَانَتِ الْبِلَادُ إِذْ ذَاكَ حَرْبًا- فَإِنْ لَمْ تَأْتُوهُ وَتُصَلُّوا فِيهِ فَابْعَثُوا بِزَيْتٍ يُسْرَجُ فِي قَنَادِيلِهِ

Peygamber’in sav azatlısı Meymune ra:

“Ya Rasulallah! Beyt-i Makdis’e gidip gitmeme hakkında bize ne buyurursunuz?’’ dedim.

Allah Rasulü sav:

“Gidin ve orada namaz kılın!’’ diye cevap verdi. Fakat o zaman orada (Bizans ile Persler arasında) savaş vardı ve bunu dikkate alan Peygamber sav Efendilerimiz:

“Şayet oraya gidemez ve orada namaz kılmazsanız, oranın kandillerini aydınlatacak yağ gönderin!’’ buyurdu.”[33]

Bu fetih dün olmuşsa bugün de olur. Bir işi bir kul yapabiliyorsa, başka kullar da yapabilir.

Dünün Ebu Ubeyde’lerinin ra, Salahaddin’lerinin yaptığını bugünün Kudüs sevdalıları da elbette yapabilir.

Yapmamız gereken Sanayi ise sanayi, Teknoloji ise teknoloji, düşmanların silahı ise onların silahı, her ne yapmamız gerekiyor ise olanları yaptıktan sonra, ellerimizi kaldıracağız Rahmanın huzuruna ve diyeceğiz, diyeceğimizi.


هُوَ الَّذ۪ٓي اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدٰى وَد۪ينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدّ۪ينِ كُلِّه۪ۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ شَه۪يدًاۜ

“ O (Allah), bütün dinlerin üzerinde olduğunu göstermek için, Resûlü’nü, hem hidayet (rehberi Kur’an) ile hem de (son) hak din (İslâm) ile göndermiştir. (Buna) şâhit olarak da Allah yeter.” (Fetih, 48/28) [krş. 9/33; 61/9]

مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِۜ وَالَّذ۪ينَ مَعَهُٓ اَشِدَّٓاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَٓاءُ بَيْنَهُمْ تَرٰيهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَانًاۘ س۪يمَاهُمْ ف۪ي وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِۜ

"Muhammed Allah’ın Resûlü’dür. Onunla beraber olan (mü’min)ler, kâfirlere/İslam karşıtlığı yapanlara karşı çok şiddetli, kendi aralarında ise çok şefkatlidirler. Onların (namazda) rükû yaptıklarını (ve) secde ettiklerini görürsün. Onlar, Allah’tan (daima) lütuf ve rıza isterler. Yüzlerinde secdelerin eserinden (meydana gelen) nişanları vardır…” (Fetih, 48/29)

إِذَا جَآءَ نَصۡرُ ٱللَّهِ وَٱلۡفَتۡحُ (١) وَرَأَيۡتَ ٱلنَّاسَ يَدۡخُلُونَ فِى دِينِ ٱللَّهِ أَفۡوَاجً۬ا (٢) فَسَبِّحۡ بِحَمۡدِ رَبِّكَ وَٱسۡتَغۡفِرۡهُ‌ۚ إِنَّهُ ۥ ڪَانَ تَوَّابَۢا (٣)

“Allah'ın yardımı ve fetih geldiği zaman, İnsanların Allah'ın dinine dalga dalga girdiklerini göreceksin. O zaman, Rabb'ini hamd ile tesbih et. Ve O'ndan mağfiret dile. Kuşkusuz O, tevbeleri kabul edendir.” (Nasr, 110/1,2,3)

Velhamdü Lillahi Rabbil Âlem’in.

DİPNOTLAR
------------------
[1] Kâbe’nin yapılışı hakkındaki rivayetlere göre, Hz. Âdem ile Hz. Havva cennetten çıkarıldıkları vakit yeryüzünde Arafat’ta buluşurlar, beraberce batıya doğru yürürler, Kâbe’nin bulunduğu yere gelirler. Bu esnada Âdem as, bu buluşmaya şükür olmak üzere Rabbine ibadet etmek ister ve cennette iken, etrafında tavaf ederek ibadet ettiği nurdan sütunun tekrar kendisine verilmesini diler. İşte o nurdan sütun orada tecelli eder ve Hz. Âdem, onun etrafında tavaf ederek Allah’a ibadet eder.
Bu nurdan sütun Hz. Şît zamanında kaybolur, yerinde siyah bir taş kalır. Bunun üzerine Hz. Şît, onun yerine taştan onun gibi dört köşe bina yapar ve o siyah taşı binanın bir köşesine yerleştirir. İşte bugün Hacer-i Esved diye bilinen siyah taş o taştır.
[2] (İbn Sa‘d, I, 46; Taberî, I, 244-247; Sa‘lebî, s. 79; krş. Meryem 19/49; el-Enbiyâ 21/71; el-Ankebût 29/26; es-Sâffât 37/97-100).
[3] “Bir zamanlar İbrâhim’e beytin yerini göstermiş -ve şöyle demiştik-: Bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf eden, kıyamda bulunan, rükû ve secde edenlere evimi temiz tut” (Hac, 22/26)
[4] "Yakında milletler, yemek yiyenlerin (başkalarının) çanaklarına (sofralarına) davet ettikleri gibi, size karşı (savaşmak için) biribirlerini davet edecekler." Birisi: "Bu o gün bizim azlığımızdan dolayı mı olacak?” dedi. Rasûlullah sav, "Hayır, aksine siz o gün kalabalık olacaksınız, fakat selin önündeki çörçöp gibi zayıf olacaksınız. Allah düşmanlarınızın gönlünden sizden korkma hissini soyup alacak, sizin gönlünüze de vehn atacak." buyurdu. Yine bir adam: "Vehn nedir ya Rasûlullah?" diye sorunca: "Vehn, dünyayı (fazlaca) sevmek ve ölümü kötü görmektir." buyurdu. (bk. Ebu Davud, Melahim, 5)
[5] Yûşa b. Nûn ve Kâleb b. Yufenna; Racülêni, Kahramanlık sahibi: Yiğit, cesur, korkusuz, bahâdır ve cengâver iki adam.
[6] (Buhârî, “Humus”, 8, “Nikâh”, 58, Müslim, “Cihad”, 32)
[7] (Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, 7/35)
[8] (Fahreddîn Râzî, Tefsir, VI, 147)
[9] (İbn-i Kesîr, Kısasu’l-Enbiyâ, s. 511)
[10] (Müsned, 4/127, 128, 5/262; Hâkim, el-Müstedrek, 2/656)." (Müsned, 4/127, 128, 5/262; Hâkim, el-Müstedrek, 2/656)
[11] Mekkede İlk Namaz: Bugün kılınan rükûlu ve secdeli namaz, İslâm’ın ilk yıllarında sabah ve akşam ikişer rekâttan ibaret iken, Miraç olayından sonra beş vakit olarak Müslümanlara farz kılınmıştır. Miraçta emredilen bu namazlar yine ikişer rekat olarak emredilmişti. Hicretten kısa bir zaman sonra, ikişer rekat olarak farz kılınan namazlardan öğle, ikindi ve yatsı namazları dörder rekata çıkarılmıştır. Ancak bu namazlar, sefer durumunda ilk emredildiği haliyle kalmıştır. Buna dair deliller, fıkıh kitaplarında ve sahih hadis kaynaklarında bol miktarda mevcuttur.
[12] (Mâlik, Muvatta’, “Kasru’s-Salât,” 8; İbn Hanbel, VI, 272; Buhârî, “Salât,” 1)
[13] (Mehmet Aydın, Hıristiyanlık, DİA, İstanbul 1998, XVII, 351.)
[14] (İbn Hisâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (Tah. Mustafa es-Sekâ vd.), Kahire, ty., I, 244)
[15] (Balcı, Hz. Peygamber ve Namaz, s. 45.)

[16] İsra ve Mirac: Kelime anlamı olarak “isra”, gece yürüyüşü, gece yolculuk etmek, “miraç/Uruc” ise yükselmek, yükseğe çıkmak anlamlarına gelmektedir. En sahih olan görüş, Hz. Hatice ve Ebû Tâlib’in vefatlarını takip eden dönemde hicretten yaklaşık bir yıl önce meydana geldiği şeklindeki nakildir. (İbn Kesîr, es-Sîre, II, 93, 107). Receb ayının 27. gecesinde kutlamaktadır. (Mekke – Kudüs arası: 1450 Km)

[17] (İbn-i Sa’d, I, 214)
[18] (Müslim, Îman, 272; Eşribe, 92)
[19] (Maide, 5/82)
[20] Tabakat, 1/241-242; Belâzuri, 1/2464
[21] (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 278).
[22] [bk. 3/28; 4/144; 5/51-57]
[23] Buhârî, 5/90; Tecrid Tercemesi, 10/235 (Hadis No: 1622); Târih-i Din-i İslâm 3/418
[24] Tecrid Tercemesi, 10/235; Kısas-ı Enbiyâ, 1/410
[25] Buhârî, 5/90; Tecrid Tercemesi, 10/235 (Hadis No:1622)
[26] “De ki: “Hak (din olan İslâm ve Kur’an) geldi; zaten batıl, ne bir şey meydana getirebilir ne de eskiyi geri getirebilir.” (Sebe, 34/49)
[27] (Yûsuf Sûresi, 92)
[28] İbn Hişâm, 4/54; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/252; Zâdü'l-Meâd, 2/394; Tecrid Tercemesi, 10/340-341
[29] Yermük Zaferi: Hz. Ömer Dönemi, Komutan Halid b. Velid. 636 yılı yaz sıcağında iki ordu üç ay kadar Yermük’de bekledi. Ardından Muharebe Bizans’ın çok şiddetli bir saldırısıyla başladı. 240 bin Rum askerine karşılık, 46 bin Müslüman asker vardı., 100bin Haçlı Askeri öldürülürken, 3bin Müslüman Şehid oldu. Savaş Müslümanların Zaferi ile sonuçlanmıştı.
[30] Üsdü’l-Gàbe, 4-5; İsâbe, 2: 496-497.
[31] M.Ö.16. asırda Kudüs şehri Mısırlı firavunlar tarafından ele geçirildi. Bedevi kabileleri (habiru) Mısırlılara, kralı Ahnatun döneminde saldırıda bulundular ve Mısır kralı Abdihiba onlara karşı çıkamadı ve şehir bedevilerin hâkimiyetinde kaldı. Mısır kontrolüne 1. Sitiy döneminde girdi. (M.Ö 1301-1317) Büyük İskender Filistin’i ele geçirdiğinde Kudüs şehrine sahip oldu. Büyük İskender öldükten sonra yerine gelen halifeleri hâkimiyeti devam ettirdiler. Aynı yıllarda Batilamas Filistin’i ele geçirdi ve Mısır topraklarındaki hâkimiyetine kattı. (M.Ö 323). M.Ö 198 Tarihinde Kudüs Şehrini Suriye’de bulunan Sikolos Nikatur önderliğindeki Sulukilere tabi oldu.
[32] (Ahmed bin Hanbel, Müsned, 36/657, no: 22320)
[33] (Ebu Davud, Salat, 14)


KAYNAKLAR:
DİA, Diyanet İslam Ansiklopedisi
Kuranı Kerim Meali, Diyanet Vakfı
Kuranı Kerim Meali, Fevzül Furkan
Riyazüs Salihin
İslam ve İhsan
Sorularla İslamiyet
Siyer Vakfı
Muhammed Emin Yıldırım Hocaefendi, Sohbetlerinden

2024 Vezirköprü
Yaşar KAPKARA


 

İçindekiler

 

 

 
 
  Bugün 8 ziyaretçi (11 klik) kişi burdaydı! ALLAHIM! İÇİMİZDEKİ ZALİMLER YÜZÜNDEN BİZİ CEZALANDIRMA! AMİN!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol