Kıymetli Müminler!
Bu Sohbetimizde sizlere “Efendimiz sav’in Vefatı”nı anlatmaya çalışacağız. O sav ki doğumu, çocukluğu, gençliği, Risaleti, hulasa her şeyi insanlık için bir ibret bir ışık ve bir uyarıdır. Yemek yemesinden savaşına, arkadaşlığından komşuluğuna her hali bir örnek olan Efendimiz sav’in Vefatı da bir ibret bir kılavuzdur.
YALANCI PEYGAMBERLERİN ÇIKIŞI
Peygamber Efendimizin Veda Haccı’ndan sonra, etraftan gelen Müslümanlar memleketlerine dönmüşlerdi. Aldıkları tâlimatları memleketlerine götürmüşler, halka onları anlatmışlardı.
Veda Haccı esnasında inen Mâide Suresi’nin üçüncü ayet-i kerimesi, dinin kemâle erdiğini beyan ediyordu.
... الْيَوْمَ يَئِسَ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِن دِينِكُمْ فَلاَ تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِ الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الإِسْلاَمَ دِينًا ... ﴿٣﴾
“… Bugün küfre sapanlar/inkârcılar dininiz(i ortadan kaldırıp sizi kendilerine çevirmek)ten ümidi kestiler, artık onlardan korkmayın, benden korkun! Bugün dininizi (hükümleriyle) kemâle erdirdim, size nimetimi tamamladım, sizin için din olarak (hayat tarzı olan) İslâm’ı beğenip seçtim. …”
Kıymetli Dostlar!
Bu, Ayet-i Kerime’nin nüzülü ile Resûl-i Kibriya Efendimizin elçilik görevinin sonuna geldiği ya da vefatının yaklaştığı anlaşılıyordu. Ashabın büyükleri bu durumun farkına varmış ve endişelenmeye başlamışlardı. Veda Haccı’ndan sonra Peygamber Efendimizin hastalanması bu endişeleri daha da artırmıştır.
Bu esnada Araplardan bazı kimseler peygamberlik davasına kalkıştı.
1- Esvedü’l-Ansî (Abhele b. Ka’b)
Benî Ans kabilesinden olan bu kişi, kâhin ve hokkabaz bir adamdı; sözleriyle halkı tesir altına alırdı.
Yemen’de ortaya çıkan bu adam, peygamber olduğunu ve meleklerin kendisine vahiy getirdiğini iddia etmeye başladı. Birtakım yalan, dolan ve hilelerle Yemen ahalisinden birçok kimseyi aldattı. Necran halkı da ona tâbi oldu. Daha sonra San’a’ya gidip orayı da zaptederek fesat ve irtidat dairesini genişletti.
Yemen’de bulunan Müslüman vâli ve memurlar orayı terk etmek durumunda kaldılar. Hz. Muaz b. Cebel, Ma’rib’ de bulunan Ebû Musa el-Eş’arî Hazretlerinin yanına gitti. Daha sonra ikisi oradan Hadramut’a gittiler.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, durumu haber aldı; Yemen’deki Müslümanlara,
“Her nasıl olursa olsun Abhele’nin hakkından geliniz!” diye haber gönderdi.
Yemen’deki Müslümanlar bu emir üzerine harekete geçtiler; sonunda, onu evinde öldürdüler. Esved’in öldürüldüğü haberi, Medine’ye, Peygamber Efendimizin vefatından bir gün önce, Pazar günü ulaştı. Yalancı Esved’in öldürülmesinden sonra Müslüman vâli ve memurlar tekrar Yemen’e döndüler.
2- Müseylime-İ Kezzab
Bu şahıs da Hicret’in 10. senesinde, Yemame’de ortaya çıkıp peygamberlik davasına kalkıştır.
Müseylime, daha önce Benî Hanife temsilcileriyle Medine’ye gelerek Peygamber Efendimizle görüşüp Müslüman olmuştu. Yemame’ye dönünce irtidat etti.
İrtidat ettikten sonra Müseylime, Peygamberimize ortak olduğunu iddia etmeye ve yaymaya başladı. Kısa zamanda hokkabazlık ve sihirbazlığıyla Benî Hanif ve Yemame halkından birçok kimseyi kandırıp etrafına topladı. Hatta bir ara Kur’an-ı Kerim’i bile taklide kalkıştı! Birtakım gülünç sözler dizip Kur’an diye okurdu.
Kıymetli Müslümanlar!
Uydurduğu lâflardan bazıları şunlardı:
“Fil nedir? Filin ne olduğunu sana ne bildirdi? Onun hurma lifinden ip gibi kuyruğu ve uzun hortumu vardır. Bu, Rabbimizin yarattıklarından azıcığıdır!”
“Ey kurbağa kızı kurbağa! Ne diye nak nak, vak vak edip duruyorsun! Üstün suda, altın balçıkta! Sen, ne suyu bulandırabilirsin, ne de içene mani olabilirsin! Yarasa, sana ölüm haberini getirinceye kadar yerde bekle!”
Peygamberimiz sav, Necid diyarında bulunan Müslümanlara da haber göndererek, Müseylime-i Kezzab’ın hakkından gelmelerini emir buyurdu.
Resûl-i Kibriya Efendimizin ebedîyet âlemine irtihalinden sonra, Hz. Ebû Bekir, Hâlid b. Velid komutasında Müseylime’nin üzerine bir ordu gönderdi. Hz. Hamza’yı şehit eden Hz. Vahşî b. Harb, harbesiyle o iblisi de öldürmüş ve insanlar bu şeytandan da kurtulmuş oldular. Ancak bu savaşta çok sayıda Hafız Sahabi şehid olmuştur.
ÜSÂME ORDUSU
Hicret’in 11. senesi Sefer ayının 26’sı, Pazartesi günü idi.
Resûl-i Kibriya Efendimizin hastalanmasından bir kaç gün öncesiydi. Hem İslam’ın izzetini âleme göstermek, tebliğ ve irşad faaliyetlerini sürdürmek, hem de düşmanların yüreklerine sürekli bir korku salmakla alakalı tedbirleri almaktan geri durmuyordu.
Bizans, İslam devleti için her zaman büyük bir tehlike idi. Bu sebeple, Peygamber Efendimiz sav, o tarafa büyük ehemmiyet veriyordu.
Pazartesi günü, Ashab-ı Kiram’a sefer için hazırlanmalarını emretti. Hedef belli; Bizans yani Rumlar. ... Emri duyan Müslümanlar evlerine dağılıp süratle hazırlığa başladılar.
Ertesi gün, yani Salı günü Resûl-i Kibriya Efendimiz sav, Üsame b. Zeyd Hazretlerini huzuruna çağırttı. Ona şu emri verdi:
“Seni, hazırlanan ordu üzerine komutan tayin ediyorum! Süratle harekete geç, babanı şehit edenler üzerine yürü. Allah, sana zafer ihsan ederse, orada fazla durma, geri dön!”
Bu emri verişinden bir gün sonra aniden hastalandı; fakat cihat için yola çıkacak ordunun hazırlığından vazgeçmedi. Bir gün sonra, yani Perşembe günü, hasta olduğu halde bizzat kendi eliyle sancağı Hz. Üsame’ye verdi.
“Ey Üsame! Allah yolunda, Allah’ın ismiyle muharebeye çık, Allah’ı inkâr edenlerle çarpış!” buyurdu.
Sonra, Müslümanlara hitaben, “Ahde vefasızlık etmeyin! Küçük çocukları ve kadınları öldürmeyin! Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyin; zira, ne olacağını bilemezsiniz. Belki, onlar yüzünden belâ ve musibete uğrayabilirsiniz! Fakat ‘Allahım! İmdadımıza yetiş, düşmanımızın hakkından gel, bizi onların zararından koru!’ diye dua ediniz!” diye konuştu ve ilave etti: “Şunu da unutmayınız ki cennet, kılıçların parıltısı altındadır!”
Hz. Üsame, sancağı Büreyde b. Husayb’e teslim ettikten sonra, aldığı emir gereği karargâhını Cürüf’te kurdu. Hazırlığını bitiren Müslüman oraya koşuyordu.
Üsame’nin sav Komutanlığına İtiraz Sesleri
Hz. Üsame, ordusunu hazırlamakla meşguldü. Müslümanlar da harbe katılmak üzere hazırlıklarını tamamlamaya çalışıyorlardı. İslam ordusunda Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Sa’d b. Ebî Vakkas, Ubeyde b. Cerrah gibi ashab-ı kiramın ileri gelenlerinden birçok kimse vardı. Bunların üzerine, henüz yirmi yaşına basmamış Hz. Üsame kumandan tayin edilmişti.
Bu durum, hoşa gitmeyen bazı sözlerin söylenmesine sebep oldu: “Henüz yirmisine ayak basmamış bir delikanlı kumandan tayin ediliyor, ashabın ileri gelenlerinden birçok kimse emri altına veriliyor! Bu nasıl olur?”
Ayyâş b. Ebî Rebîa ise, “İlk muhacirlerin başına bu genç nasıl kumandan tayin ediliyor?” diyordu.
Kıymetli Müminler!
Sanki bir anda Hz. Üsame’nin Resûl-i Kibriya Efendimiz tarafından tayin edildiği unutuluvermiş gibi bir sürü söz ve dedikodu. Anlamalıyız ki onlar da birer insan. Bir anlık dalgınlık, Şeytanın arayıp da bulamadığı fırsat. Duruma Hz. Ömer ra muttali oldu. Bu tarz sözleri sarfedenlere gereken cevabı verdikten sonra meseleyi gidip Hz. Resûlullah’a sav intikal ettirdi.
Peygamberimiz, yakalandığı hastalığın şiddetinden yatağında yatmaktaydı. Haberi alır almaz, kızgınlığının ifadesi yüzünden belli oldu. Sargılı başıyla yatağından kalktı. Ashabın yardımıyla mescide giderek minbere çıktı. Allah’a hamd ve senâda bulunduktan sonra,
“Ey insanlar! Üsame’yi kumandan tayin ettiğim için bazılarınızın ileri geri konuştuğunu duydum!”
“Benim, Üsame’yi kumandan tayin etmeme itiraz ediyor gibisiniz! Daha önce Üsame’nin babasını kumandan tayin ettiğim zaman da aynı şeyi yapmıştınız! Vallahi, nasıl babası kumandanlığa lâyık olduğunu göstermişse, Üsame de babasından sonra kumandanlığa lâyık bir kimsedir! Babası nasıl en sevdiğim biri idiyse, Üsame de en sevdiğim kimseler arasından biridir! O da, babası da her türlü hayrı işleyebilecek yaratılışa sahip kimselerdir. Onlardan hayırlı işler bekleyiniz. Muhakkak ki Üsame, sizin hayırlı olanlarınızdandır ve bu işe ehliyetli birisidir!”
Bu hitabesinden sonra minberden inip hâne-i saadetine girdi. İslam ordusuna katılacak Müslümanlar, birer ikişer gelip kendisiyle vedalaştılar. Efendimiz onlara, “Üsame’yi gönderme işini geri bırakmayınız” diyordu.
Hatta bir ara, dadısı ve Hz. Üsame’nin annesi Hz. Ümmü Eymen, hâne-i saadete gelip, “Yâ Resûlallah! Üsame’yi bir süre karargâhında bıraksanız olmaz mı?” deyince, Efendimiz aynı sözlerini tekrarladı:
“Üsame’yi gönderme işini ihmâl etmeyiniz. Onu gönderiniz!” Bu kesin emir üzerine Müslümanlar karargâha gittiler.
PEYGAMBERİMİZİN HASTALANMASI
Kıymetli Dostlar!
Aldığımız her güzel haber, elde ettiğimiz her bir maharet, kavuştuğumuzda hoşumuza giden her durum, aslında hayatımızdan kopan ve ayrılan zamana bedeldir. Aynen acılarımız kederlerimiz gibi. Efendimiz sav’e de gelen her bir ayet, her bir sure aslında onun Risaletinden, ömründen eksilen bir zamana bedel idi.
“Nasr” Suresi’nin inişi, Hz. Muhammed’e artık yolun sonuna geldiğini anlatan ilk işaret olur. Bu surenin inişinin “derin” anlamını Hz. Cebrail de doğrular. O: “Ey Cebrail! Sanki bana dünyadan gitmem gerektiği bildiriliyor.” deyince, Hz. Cebrail’in cevabı: “Ahiret senin için dünyadan daha hayırlıdır.” olur. İkinci işaret ise Hz. Cebrail’in, o senenin Ramazan ayında Peygamber sav ile yaptığı Kur’an mukabelesini iki kez tekrar etmesidir. O, bunun anlamını Hz. Fatıma’ya gizlice: “Cebrail, her sene Kur’an’ı bir kez mukabele ederdi. Bu sene iki kez oldu. Öyle sanıyorum ki ecelim yaklaştı.” der. Ve o Ramazan, itikâfta on gün yerine, yirmi gün geçirir.
RESÛLULLAH'IN SON ZİYARETLERİ
Dünyadan ayrılışının 13 gün öncesidir. Hz. Aişe’nin odasında olduğu bir gece, biraz uyuduktan sonra sessizce kalkar. Ayakkabısını giyip dışarı çıkar. Hz. Âişe validemiz, “Yâ Resûlallah, nereye gidiyorsunuz?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem: “Bâkî Kabristanı’nda medfun bulunan ehlim için istiğfar etmek üzere emir aldım; oraya gidiyorum” diye cevap verdi. Hz Aişe Annemiz de Efendimizle mezarlığa gitti.
Baki Mezarlığına giren Efendimiz sav, bir süre ayakta, mezarlığı seyrettikten sonra ellerini açıp, duaya durur:
“Selam size ey Mü’minler diyarı! Sizler bizden önce gittiniz. İnşaallah biz de size katılacağız. Ey Allahım! Onların sevaplarından bizi mahrum etme. Onlardan sonra bizi fitnelere uğratma!” Sonra bir süre daha sessiz, ayakta mezarlığı seyreder.
Efendimiz sav bu ziyaretlerine üç gece devam etti. İkinci gece yanında azatlı kölelerinden Ebû Râfi ve Ebû Müveyhib vardı. Bâkî Kabristanı’nda kabirler arasında uzun müddet durarak dua ve istiğfarda bulundu. Sonra Ebû Müveyhib’e dönerek yakında ebedî âleme gideceğini, Bâkî-i Hakikî’nin cemâliyle müşerref olacağını şöylece ifade buyurdu:
“Ey Ebû Müveyhib! Dünya hazinelerinin anahtarları ile ahiret nimetlerini seçme hususunda serbest bırakıldım; ben de ahiret nimetlerini tercih ettim!”
Uhud Şehitlerini Ziyaret
Uhud şehitleri için de dua ve istiğfarda bulunması, Efendimize emredilmişti. Bu sebeple, bir gün Uhud’a gitti. Orada şehit olan en güzide sahabeleri için uzun uzun dua etti.
Oradan döner dönmez, Mescid-i Saadet’e vardı. Minbere çıktı. Müslümanlara hitaben,
“Ben, sizin Kevser Havuzu’na ilk kavuşanınız ve sizi ilk karşılayanınız olacağım”
“Ben, sizin hakkınızda, benden sonra müşrikliğe dönersiniz diye korkmuyorum; fakat ben, sizin hakkınızda, dünyaya kapılır, onun için birbirinizi kıskanır, birbirinizi öldürürsünüz ve bunun neticesi olarak sizden öncekilerin yok olup gittikleri gibi siz de yok olup gidersiniz, diye korkuyorum!” buyurdular.
EN YAKINLARININ LİSÂNINDAN RESÛLULLAHIN SON GÜNLERİ
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Meymûne’nin odasında bulunuyorlardı. Hasta olmasına rağmen ailelerinin hakkına son derece riayet ediyordu. Burada Efendimizin ateşi birden yükseldi. Davet ettiği bütün hanımları, etrafında mahzun ve kederli duruyorlardı.
“Yarın hanginizin evine gideyim?” diye sordu. Bu sualini birkaç kere tekrarladı. Hiçbir hanımından cevap gelmedi. Bu soruyu sormasındaki maksadı, hastalık günlerini Hz. Âişe validemizin evinde geçirmeyi arzu etmiş olmasındandı.
Peygamber Efendimizin bu arzusunu, Ezvac-ı Tâhirat, ferasetleriyle anlamada gecikmediler; ittifakla, Hz. Âişe validemizin evinde kalmasını uygun gördüler. Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz, Hz. Meymûne’nin evinden çıkarak, bir eli Hz. Ali’nin, diğer eli Hz. Abbas’ın omuzunda, onların yardımıyla Hz. Âişe validemizin evine geldi.
Olayın bundan sonrasını Hz. Âişe validemizden dinleyelim: “Resûlullah sav eve geldiği sırada başımda bir ağrı belirmişti. Ağrının şiddetinden ‘Vay başım, vay başım!’ diye söylendim.
“Resûlullah sav bunu duyunca, ‘Ne ehemmiyeti var, neden üzülüyorsun? Eğer benden evvel dünyadan göçüp gidersen seni teçhiz ve tekfin eder, namazını da kılarım’ diye konuştu.
“Ben de, ‘Benim ölümümü mü istiyorsunuz?’ dedim.”
Hz. Âişe, Peygamberimizin lâtife yaptığını birden anlayamayıp böyle konuşmuştu.
Resûl-i Ekrem, lâtifesinin sonunu şu ciddi sözlerle bağladı:
“Ey Âişe! Senin başının ağrısı geçer, gider. Asıl baş ağrısı, benim başımın ağrısıdır; artık ondan kurtulmak çok zor!”
Peygamber Efendiimiz’in sav Hz. Ebu Bekir Efendimiz’e Cevabı
Her yerde her zaman Allah ve Resûlüne sadâkatin zirvesinde bulunan Sıddık-ı Ekber, Resûl-i Ekrem’in huzuruna çıkarak, kendisine hizmet etmekten şeref duyacağını, şöylece dile getirdi:
“Yâ Resûlallah, müsaade buyurursanız, hastalığınızda size hizmet etmek isterim!”
Resûl-i Ekrem Efendimiz O’na: “Yâ Ebâ Bekir! Bu niyetinle bile yapacağın hizmetin sevab ve mükâfatına şimdiden nâil oldun. Ancak ben, hastalığım esnasında hizmetlerimi kızımla zevcelerimden başkasına gördürecek olursam, onları üzmüş olurum!”diyerek maruzatını dile getirdi.
En Ağır Hastalık En Fazla Izdırap Peygamber Efendimizde sav
Kıymetli Müslümanlar!
Efendimiz sav’in hastalığı en şiddetli bir şekilde kendisini takatsız bırakıyordu. Kendisine üç hastalık isabet etmişti. Bunlar: Ateşli Sıtma, Hayber’de yediği etin zehrinin tesiri ve nefes darlığı. Efendimiz ölümüne yakın günlerde bu hastalıklara da sabretmek zorunda kaldı. Şunu demedi; ‘Ya Rabbi! Hayatımda çok çileler çektim. Artık şu son günlerimde olsun rahat bir hayat yaşayayım. Benden hastalıkları uzak eyle.’ Onun sav için Allahın rızası Ahiretin safası önemli idi. O da sav tercihini Sabırdan yana yaptı.
Hastalığın şiddeti, ateşin yüksekliği sebebiyle Peygamber Efendimiz, yatağında bile rahat edemiyordu. Bir o tarafa, bir bu tarafa dönüyordu.
Başucunda bulunanlar, bu durum sebebiyle, “Yâ Resûlallah! Eğer bizden birisi bu derece ızdırap çektiğini izhar etseydi, muhakkak bizi tekdir ederdin!” dediler. Resûl-i Ekrem, cevabıyla durumunu şöylece izah etti:
“Benim hastalığım, bildiğiniz gibi değil, oldukça zordur. Allah Teâlâ, sâlih ve mü’min kullarını belânın, hastalığın ve musibetin en şiddetlilerine mübtelâ eder. Fakat o belâ, o musibet ve o hastalık vasıtasıyla o mü’min sâlih kulunun derecesini yükseltir, günahlarını yok eder.”
Hz. Âişe validemiz şöyle der: “Hakikaten, Resûlullah’ın hastalığından daha zor, daha şiddetli bir hastalık görmedik.”
İbni Mes’ûd Anlatıyor
Abdullah İbni Mes’ûd (r.a.) ise, Peygamberimizin hastalığının şiddetini şöyle dile getirir:
“Nebi’nin sav hastalığında vücudu hummanın hararetinden şiddetli sarsıldığı sırada huzuruna varmıştım. “‘Yâ Resûlallah! Humma hararetinden çok ızdırap çekiyorsunuz! Bu hummanın iki kat ızdırabı var; elbette sizin için iki kat ecri ve mükâfatı vardır’ dedim.
“Resûlullah sav: “Evet. Hastalığa tutulan hiçbir Müslüman yoktur ki Allah Teâlâ onun hata ve günahlarını, ağacın yapraklarının döküldüğü gibi dökmesin!’”
Ümmü Bişr Anlatıyor
Hastalığı sırasında Resûl-i Ekrem’in ziyaretine giden Bişr b. Berâ’nın annesi Ümmü Bişr de, gördüklerini şöyle anlatır: “Resûlullah’ı ziyarete gitmiştim. Vücudundaki şiddetli harareti görünce sormadan edemedim: “‘Yâ Resûlallah! Ben böyle sıtma hiç görmedim!’
“Resûlullah sav, bana cevaben şöyle buyurdu:
“‘Bizim hastalığımız, herkesten daha şiddetli, daha ziyade olur; fakat bunun mukabilinde kazandığımız sevab ve mükâfat da o nisbette fazla olur!’”
Efendimizin sav Hastalara Olan Duası
O, hasta olan insanlara: “Ey insanların Rabbi! Zorlukları gider, şifa ver. Şifa veren Sensin. Senin verdiğin şifadan başka şifa yoktur. Öyle bir şifa ver ki, bir daha hastalık geri dönmesin.” duasını okur. Hasta olduğu zamanlarda da bu duayı okuyup, elleriyle kendisini sıvazlar. Son hastalığında da Hz. Aişe, O istemediği halde, kendiliğinden aynı şeyi yapmaya teşebbüs eder. Ve sıvazlamayı Hz. Muhammed’in kendi elleriyle yapmak ister. Fakat O, ellerini geri çeker. Hz. Aişe’ye: “Bu okuduğun artık bana hiçbir yarar sağlamaz. Ben zamanımı bekliyorum.” buyurur. Ve o an yapılması doğru olan duayı, kendi eder: “Rabbim beni bağışla! Beni Yüce Dost’a ulaştır. Beni Huld Cenneti’ne yükselt!”
Kırtas Hadisesi
(8 Rebiülevvel Perşembe)
Resûl-i Kibriya Efendimizin hastalığının en şiddetli anları... Etrafında Hz. Ömer gibi bazı zâtlar bulunuyordu. Bu arada, “Bana kâğıt kalem getiriniz, size bir yazı yazdırayım; ta ki bundan sonra hiçbir zaman yolunuzu şaşırmayasınız” buyurdu.
Hz. Ömer, “Resûlullah’a (a.s.m.) hastalığı baskın gelmiştir. Yanımızda Kur’an var. Allah’ın kitabı bize yeter” dedi. Kâğıt kalem getirip getirmemekte tereddüt ettiler. Bazıları Hz. Ömer’in sözlerini doğruladı. Kimisi de kâğıt kalemin getirilmesini istiyordu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, anlaşmazlığa düşüldüğünü fark edince,
“Yanımdan kalkınız! Yanımda münakaşa, gürültü olmaz. Beni kendi halime bırakınız!” buyurdu.
Hastalığının Hafiflediği Gün
Fahr-i Âlem Efendimizin hastalığı gün gün, saat saat şiddetini artırıyordu. Bir ara soğuk su getirilmesini emretti. Getirilen suyu mübarek vücutlarına döktürdü. Bundan sonra biraz hafifleyip rahatlık hissetti. Bunun farkına varır varmaz, Hz. Ali (r.a.) ve Fadl b. Abbas Hazretlerine dayanarak, hâne-i saadetinden Mescid-i Şerif’e gitti. Minbere çıkıp oturdu. Ashab-ı kirama şu hitabede bulundu:
“Ey insanlar! Duydum ki vefat edeceğimi düşünüp telâş ediyormuşsunuz! Hangi peygamber ümmeti içinde ebedî kaldı ki ben de kalayım? Bilesiniz ki ben yakında Rabbime kavuşacağım; O’na siz de kavuşacaksınız!
“Ey Ensar! İlk muhacirlere iyilik etmenizi size tavsiye ederim!
“Ey muhacirler! Size de, ensara iyilikte bulunmanızı tavsiye ederim! Onlar size yardımda bulundular. Sizi memleketlerine getirdiler. Sizi evlerinde ağırladılar, barındılar. Geçimde sıkıntı içinde oldukları halde sizi kendilerine tercih ettiler. Her kim onların üzerine hâkim durumuna geçerse onlara iyilikte bulunsun.
“Ey insanlar! Her şey Cenab-ı Hakk’ın ezelî iradesi dairesinde cereyan eder. Allah Teâlâ’nın kaza ve kaderine galebe etmek sevdasına kapılmayınız; çünkü mağlup olursunuz. Cenab-ı Hakk’a hile yapmaya kalkışmayınız; zira zarar ve ziyana siz uğrarsınız. Ben size, şefkatli ve merhametliyim. Sizler yine bana kavuşacaksınız. Buluşacağımız yer, Kevser Havuzu kenarıdır. Her kim Kevser Havuzu kenarında benimle buluşmak isterse, elini ve dilini lüzumsuz şeylerden sakınsın.
“İnsanlar! Bilmelisiniz ki günah işlemek, nimet ve kısmetlerin değişmesine sebep olur. İnsanların ekserisi sâlih olursa, onların amirleri, idarecileri de adl ve insaf ile muamele ederler. Halk, isyan ve günaha meylederse onların idarecileri, hâkimleri de zulm ve adaletsiz iş görmeye yönelirler.”
Bu hitabesinden sonra tekrar Hz. Âişe validemizin evine gitti ve yatağına yattı.
PEYGAMBERİMİZİN SAV HELALLEŞMESİ
Resûl-i Ekrem, hastalığının en şiddetli olduğu bir günde ashabıyla helâlleşmeyi arzu etti. Yine bir taraftan Hz. Ali’ye, diğer taraftan da Fadl b. Abbas Hazretlerine dayanarak güçlükle ayağa kalktı ve mescide gitti. Minbere çıkıp oturdu.
Hz. Bilâl’e de (r.a.) şu emri verdi:
“Halka nidâ et; mescide toplansınlar. Onlara vasiyet etmek isterim. Bu, benim son vasiyetim olacaktır!”
Hz. Bilâl, emri yerine getirdi. Bir anda toplanan halkı, mescit almaz oldu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Allah’a hamd ve senâdan sonra ashab-ı kirama şöyle hitap etti:
“Ey insanlar! Sizden ayrılma vaktim oldukça yaklaşmıştır! Sizden birine vurmuşsam, işte sırtım, gelsin vursun! Birinizin malını almışsam, gelsin, hakkını alsın! Sakın hak sahibi, şayet kısas talebinde bulunursam, ‘Resûlullah bana darılır’ diye düşünmesin! Bilmelisiniz ki benden hakkını isteyene darılmak, benim fıtratımda yoktur. Benim yanımda en sevimliniz, hakkı varsa, gelip benden onu isteyen kimsedir veyahut helâl edendir. Ben, Rabbimin huzuruna, üzerimde kul hakkı olmadan varmak istiyorum!”
Bir anda ortalığa hazin bir sükût çöktü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, sözlerini tekrarladı: “Ey insanlar! Kime vurmuşsam, işte sırtım, gelsin vursun! Her kimin benden alacağı varsa, işte malım, gelsin alsın!”
Son sözlerini üç kez tekrarlar ve susarak beklemeye başlar. Herkes merakla çevresine bakınır.
Cemaat içinden biri ayağa kalktı: “Yâ Resûlallah! Sizden üç dirhem alacağım var!” deyince,
Peygamber Efendimiz: “Ben bu hususta hiç kimseyi yalanlamam ve hiç kimseye ‘Yemin et’ diye teklif de etmem; ancak bu üç dirhemin zimmetime nasıl geçtiğini öğrenmek isterim!” dedi.
Adam, “Yâ Resûlallah! Bir defasında huzurunuza bir fakir gelmişti. Bana, fakire üç dirhem vermemi emrettiniz. Ben de verdim. İşte, istediğim, bu üç dirhemdir!” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Doğru söylüyorsun!” dedikten sonra, “Ey Fadl! Buna üç dirhem ver!” buyurdu.
Hz. Ukkaşe ra
Ve beklemeye devam eder. Biri daha kalkar.
Bu, Ukkaşe isminde, yaşlı, sessiz, kendi halinde bir sahabidir. Ayağa kalkar ve öylece durur. Belli ki, bu duruşuyla o da “hak sahibi” olduğu iddiasında. Sonra da kısık bir sesle konuşur:
“Ey Allahın’ın Elçisi! Bir sefer dönüşünde, develerden inilirken, senin sopan benim sırtıma çarpmıştı.”
Mescid’e bomba düşmüş gibi olur. Ukkaşe, hem de bu hasta haliyle, Hz. Muhammed’in sırtına sopa vurma, kısas uygulama peşindedir. Soluk tutulur. Allah’ın Elçisi: “İyi ama ey Ukkaşe, o olay istemeden olmuştu.” der,
Ukkaşe, sessiz ayakta dikilmeye devam eder. Ve bu haliyle de dile getirmek ister ki, olay bir kaza olsa da o, hakkının peşindedir. Bunun üzerine Efendimiz sav, Bilal-i Habeşi’ye döner, o sopayı kızı Fatıma’nın evinden getirmesini ister. Fatıma olayı öğrenince şoka girer.
Bilal’e: “Söyle Hasan’la, Hüseyin’e, kısası kendilerine yaptırsınlar. Dedelerinin dövülmesine sakın izin vermesinler.” der. Mescid’teki dehşet duygusu da giderek büyür. Nakışlı sopa gelmiş, kısas uygulanmak üzeredir.
Ebubekir ra kalkar: “Ey Ukkaşe! İstediğin, bir sırta sopa vurmaksa, işte benim sırtım! İstersen parçala! Ama sakın O’na dokunma!”
Ukkaşe oralı bile olmaz. Sopa elinde, Hz. Muhammed’in minberden inip sırtını eğmesini bekler.
Arka arkaya, Ömer kalkar, Ali kalkar… “Bize vur!” derler, “Ama sakın O’na dokunma!”
Hasan kalkar, Hüseyin kalkar… “Biz, O’nun torunlarıyız. Kısasını üstlenmek en başta bize düşer. O’na dokunma da istersen bize yüzer sopa vur!”
Adeta bütün Mescid ayaklanır. Ukkaşe’ye hurmalıklar, deve sürüleri teklif edilir. Altınlar, gümüşler ayağına serilir. O, söylenenleri duymuyormuş gibi, olduğu yerde sessiz dikilmeye devam eder.
En sonunda sahabiler, Efendimiz sav tarafından sakinleştirilir. Ve O, minberden inip Ukkaşe’ye sırtını döner, aynı sopayı eline tutuşturur: “Haydi al hakkını!” der. Ukkaşe, sakin, cılız bir sesle konuşur: “Ey Allah’ın Elçisi! O gün benim sırtım çıplaktı!”
Gömlek sıyrılır, sırt açığa çıkar.
Mescid, bir ölüm sessizliğine gömülmüştür.
Ve sopa, Ukkaşe’nin elinden yavaşça kayar, yere düşer. Ve Ukkaşe de Hz. Muhammed’in sırtına… O’nu kucaklamış, katıla katıla ağlarken, bir yandan da peygamberlik mührünü öpüp koklamaktadır.
Ağlamaktan, biraz konuşmaya mecal bulunca da: “Anam babam sana feda olsun! Kimin gönlü sana vurmaya razı olur ki? Maksadım sadece bu idi. Ne olur beni bağışla!” der.
Efendimiz sav, doğrulup gömleğini giyerken, Cebrail as gelir. Ukkaşe hakkında bir haber getirmiştir. Af ve Merhamet Peygamberi sav, oturduğu yerde hıçkırmaya devam eden Hz. Ukkaşe’yi eliyle işaret eder ve Cebrail as’in getirdiği haberi duyurur: “Kim benim Cennet’teki komşumu merak ediyorsa, Ukkaşe’ye baksın!” Sonra da ellerini açıp, dua eder:
“Ey Allah’ım! Ben ancak bir insanım. Müslümanlardan kime ağır söz söylemişsem ya da kamçı vurmuş ya da lanet etmişsem, Sen, bunları o Mü’min için Kıyamet Günü’nde Sana yakınlaşmasına vesile kıl!”
Mescide Açılan Kapıların Kapatılması
Bundan sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Mescide açılan kapıları kapatınız; sadece, Ebû Bekir’in kapısı açık kalsın!” buyurdu.
Hz. Ebû Bekir, Namaz Kıldırmaya Memur Ediliyor
Emir gereği Mescid-i Şerif’in çevresindeki evlerin kapısı, Hz. Ebû Bekir’inki hâriç, hepsi kapatıldı. Hz. Ömer, kendi kapısının kapatılmamasını rica eder. O: “Hayır!” diye cevaplar. Hz. Abbas ise bu işin hikmetini merak eder. Tıpkı şu an sizin de merak ettiğiniz gibi… Efendimiz sav: “Ey Abbas!” Ben ne kendiliğinden açtım, ne de kendiliğinden kapattım!”
Resûl-i Kibriya Efendimiz, hastalığı esnasında ezan okununca daima Mescid-i Şerif’e çıkar ve cemaate namaz kıldırırdı.
Vefatına üç gün kala hastalığı birden ağırlaştı. Bu sebeple artık Mescid-i Şerif’e de çıkamaz oldu. O zaman, “Ebû Bekir’e söyleyiniz; insanlara namaz kıldırsın!” diye emir vererek, imamlığı Hz. Ebû Bekir’e bıraktı.
En son imamlık yaptığı namaz da o günlerde kılınır. Bir akşam namazıdır bu… Zamm-ı Sure olarak (Fatiha’dan sonra) Mürselat’ı okur. Sonraki günlerde, bir kez daha cemaate katılıp, imamlık yapmaya teşebbüs eder fakat güç yetiremez. Defalarca abdest alır ve defalarca bayılır. O’nun yerine Hz. Ebubekir imamlık yapar.
Peygamberimizin Son Namaz Kıldırışı (Öğle Namazı)
Hz. Ebû Bekir, Müslümanlara öğle namazını kıldırıyordu.Bu sırada Resûl-i Kibriya Efendimiz, bedeninde bir hafiflik hissetti. Hz. Abbas ile Hz. Ali’nin yardımıyla yavaş yavaş Mescid-i Şerif’e çıktı.
Hz. Ebû Bekir, Fahr-i Âlem Efendimizin gelmekte olduğunu anlayınca, geri çekilmek istedi. Efendimiz, yerinde durması için işaret etti. Sonra Hz. Ebû Bekir’in yanına oturtulmasını emir buyurdu. Hz. Ebû Bekir’in sol tarafına götürüp oturttular. Hz. Ebû Bekir ayakta, oturmuş olan Efendimize tâbi oldu.
Resûl-i Kibriya Efendimizin Mescid-i Şerif’te Müslümanlara kıldırdığı son namaz budur!
Hz. Cebrail’in, Hatırını Sormak İçin Gelişi
(10 Rebiülevvel Cumartesi)
Cenab-ı Hak tarafından Cebrail (a.s.) geldi, Resûl-i Kibriya Efendimizin hal ve hatırını sordu.
“Ey Ahmed!” dedi. “Yüce Allah, sana ikram olarak beni gönderdi. Sana soracağı şeyi senden çok daha iyi bildiği halde, sana, ‘Kendini nasıl buluyorsun?’ diye soruyor.”
Rabb-i Rahîm’ine kavuşmanın hasretini yüreğinde duyan Fahr-i Kâinat Efendimiz,
“Ey Cebrail! Kendimi baygın ve sıkıntılı bir halde görüyorum!” diye cevap verdi.
Vefatından Bir Gün Evvel
(11 Rebiülevvel, Pazar)
Cin ve insin peygamberi Hz. Muhammed (a.s.m.), yatağında, şiddetli ateşler içinde idi. Etrafında Ezvac-ı Tâhirat vardı. Başucunda Hz. Âişe validemiz oturuyordu.
Bu sırada Hz. Üsame, ordugâhtan gelip huzur-u saadetlerine girdi. Efendimiz, dalgın yatıyordu. Yerinden kımıldayacak hali yoktu. Hz. Üsame, mübarek ellerini ve başlarını öptü. İçi hüzün ve keder doluydu. Azamî hürmet içinde Kâinatın Efendisinin karşısında ayakta durdu. Efendimiz ona bir şey söylemedi. Sadece ellerini göğe kaldırdı ve onun üzerine sürdü. Ona dua ettiği anlaşıldı.
Resûl-i Ekrem Efendimizin duasını alan Hz. Üsame, doğruca ordusunun başına döndü.
Hz. Cebrail’in İkinci Gelişi
Hz. Cebrail, yine hatırlarını sormak üzere geldi. Bu esnada Yemen’de peygamberlik dava eden yalancı Esvedü’l-Ansî’nin îdam olunduğunu haber verdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz de bu haberi ashab-ı kirama bildirdi.
O Pazartesi…
(12 Rebiulevvel Pazartesi)
Hayatında mühim hadiselerin meydana geldiği Pazartesi günü... Rebiülevvel ayının 12’si... Böyle bir Pazartesi gününde mübarek gözlerini dünyaya açmışlardı.
Bu gün de, Resûl-i Kibriya Efendimizin bir ara hastalığı hafifleyip kendine geldi. Bu hafifliği hisseder etmez yatağından kalktı. Hazırlıklarını yaparak Mescid-i Şerif’e teşrif etti.
O sırada ashab-ı kiram saf bağlayıp Hz. Ebû Bekir’in arkasında sabah namazı kılıyordu. Kâinatın Efendisi, bu nurani manzarayı görmekle son derece sevindi, hatta tebessüm buyurdu. Kendileri de Hz. Ebû Bekir’e uyarak namazını eda etti.
Resûl-i Ekrem Efendimizi, aralarında mütebessim bir sima ile gören sahabeler, bütün bütün sıhhat zannıyla son derece sevindiler.
Peygamber Efendimiz, Hücre-i Saadetlerinde
Son günün sabah namazını Hz. Ebû Bekir’e uyup ashabının arasında kılarak onları sevince gark eden Fahr-i Kâinat, namazın edasından sonra yine hücre-i saadetine döndü. Yataklarına yattılar.
Bu arada, Kumandan Hz. Üsame, son defa kendisiyle vedalaşmak üzere geldi.
Resûl-i Ekrem, “Allah’ın bereketiyle artık hareket et!” buyurdu.
Emri alan Kumandan Hz. Üsame b. Zeyd, doğruca ordugâha gidip mücahitlere hareket emrini verdi.
Hz. Ebû Bekir’in, İzin İsteyip Sünh’taki Evine Gidişi
Pazartesi günü, Hz. Ebû Bekir de, Fahr-i Kâinat Efendimizin durumunun bir ara iyileştiğini fark etmişti. Bunun için huzura girip, “Yâ Resûlallah! Allah’a hamdolsun! O’nun lütuf ve keremi ile sağ sâlim sabaha çıktınız! Müsaade buyurursanız, Sünh’taki evime gideyim” dedi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Olur” buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, Sünh’taki evine gitti.
Müslümanlara ve Ev Halkına Altın Nasihatlar
Resûl-i Kibriya Efendimizin mübarek dillerinden şu cümleler dökülüyordu:
“Ey insanlar! Karanlık gece kıtaları gibi fitneler geliyordur!
“Ey insanlar! Siz bana karşı hiçbir şeyle delil bulamazsınız; zira ben, ancak Allah’ın kitabı Kur’an’ın helâl kıldığını helâl, haram kıldığını da haram kıldım!
“Ey kızım Fâtıma! Ey halam Safiyye! Allah katında makbul olacak ameller işleyiniz (Bana güvenmeyiniz)! Çünkü ben, sizi Allah’ın azabından kurtaramam!”
O gün bütün nakit parası yedi dinardan ibarettir. Hz. Aişe’ye bu parayı, Medineli fakirlere dağıtmasını söyler ve ardından fenalaşıp, bayılır. Telaşa kapılan Hz. Aişe, emri yerine getiremez. Fakat O’nun kendine gelir gelmez yaptığı ilk iş, paraları sormak olur. Hz. Aişe özür diler: “Senin bayılman beni meşgul etti.” der.
O, paraları Aişe’den alır. Parmakları arasında çevirirken, bir yandan da şöyle mırıldandığı duyulur:
“Allah’ın Elçisi Muhammed, bu paralar evinde bulunduğu halde Rabbine kavuşursa hali nasıl olur!” Sonra Medineli beş fakir ailenin isimlerini sayar, paraların onlar arasında paylaştırılmasını ister. Ve sıkar dişini, paralar yerlerine ulaşıncaya kadar bayılmaz.
Öğlene doğru hastalık birden çok ağırlaşır. Sürekli, yanında bulunan bir çanağa elini daldırıp, aldığı suyla yüzünü ıslatmakta, bir yandan da: “Ey Allah’ım! Ölümün akılları gideren acı ve sıkıntılarına karşı bana yardım et!” diye dua etmeye başlar.
Peygamberimizin, Hz. Fâtıma’ya Söyledikleri
Efendimiz sav son anlarında Hz. Fâtıma’yı yanına çağırdı. Hz. Fâtıma gelince, onu sol tarafına oturttu. Ona gizlice bir şey söyledi.
Hz. Fâtıma’yı birden bir hüzün ve keder havası kapladı. Arkasından gözyaşları boşanmaya başladı.
Peygamber Efendimiz, sonra yine bu güzide kızına gizlice bir şey daha söyledi. Bu sefer, biraz evvel gözyaşı döken Hz. Fâtıma, birden gülümseyip sevinmeye başladı.
O sırada orada bulunan Hz. Âişe, daha sonra bunun sebebini sorunca, Hz. Fâtıma şu cevabı verir:
“Önce bana pek yakında dünyadan ve benden ayrılacağını söyledi; bunun için ağladım! Sonra da ‘Ailem içinde en evvel bana sen kavuşacaksın’ deyince de sevindim!”
Son Anlar…
Rebiülevvel ayının 12’si, Pazartesi günü...
Güneş, batıya doğru kayıyordu.
Resûl-i Kibriya Efendimizin mübarek başları, Hz. Âişe’nin kucağında, göğsüne dayalı idi. Artık nefes alıp vermekte güçlük çekiyordu. Dili Allah’ı zikretmekle meşguldü:
“Allahım, beni Refîk-i A’lâ’ya ulaştır!” duasını tekrarlıyordu. Bu esnada bile ümmetime irşadda bulunmaktan geri durmuyordu:
“Ellerinizdeki kölelerinize iyi davranınız! Namaza, namaza dikkat ve devam ediniz!” diyordu.
Bu hazin manzara, orada bulunan Hz. Fâtıma’nın yüreğini adeta dağlıyordu. Bir ara Resûl-i Kibriya Efendimizi bağrına bastı; “Vay, babamın çektiği ızdıraba!” diyerek gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı.
Peygamber Efendimiz, “
Bugünden sonra baban hiçbir ızdırap çekmeyecektir. Kızım, sakın ağlama! Ben vefat ettiğim zaman ‘İnnâ lillah ve İnnâ ileyhi râciûn’ de.”
Hz. Cebrail ile Hz. Azrail’in Birlikte Gelişleri
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu fani dünyada artık son dakikalarını yaşıyordu.
Bu esnada, Hz. Cebrail, Hz. Azrail’le geldi. Resûl-i Kibriya Efendimizin hal ve hatırını sordu; sonra, “Ölüm meleği Azrail, içeri girmek için izninizi ister!” dedi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz müsaade edince, Hz. Azrail içeri girdi. Efendimizin önüne oturdu.
“Yâ Resûlallah!” dedi. “Yüce Allah, senin her emrine itaat etmemi bana emretti. İstersen ruhunu alacağım, istersen sana bırakacağım!”
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Cebrail’e baktı. O da, “Yâ Resûlallah, Mele-i A’lâ seni beklemektedir!” dedi.
Bunun üzerine, Hâtemü’l-Enbiya Efendimiz, “Yâ Azrail, gel, memuriyetini yerine getir” diye buyurdu.
Peygamberimizin, Rabbine Kavuşması
Mübarek başları Hz. Âişe’nin kucağında, göğsüne dayalı idi. Yanında su kabı vardı. İki elini suya batırıp ıslak ellerini mübarek yüzüne sürdü. Mübarek dudaklarından “Lâ ilâhe illallah” cümlesi döküldü. Sonra ellerini yüzünden kaldırdı. Gözlerini evin tavanına dikti. “Allahım, Refîk-i A’lâ!” cümlesini tekrarlaya tekrarlaya altmış üç yaşında iken mübarek ruhu Refîk-i A’lâ’ya yükseldi.
Tarih, Hicret’in 11. senesi, Rebiülevvel ayının 12’si, Pazartesi günü. Milâdî: 8 Haziran 632. هِ
HZ. RESÛLULLAH'IN VEFÂTINDAN SONRASI
Hâtemü’l-Enbiya Efendimizin pâk ruhları artık Âlâ-yı İlliyyîn’e [En Yüksek Makama] yükselmişti. Ezvac-ı Tâhirat, üzerine bir örtü örttüler ve feryada başladılar!
O sırada annesi tarafından “Hz. Resûlullah’ın son anlarını yaşadığını” haber alan Hz. Üsame, hareket etmeyip ordusuyla Mescid-i Şerif’e gelmişti. Hâne-i saadette feryat ve figanın yükseldiğini duyan ashap, kalplerinden vurulmuşa döndüler. Sanki gök kubbe bir anda başlarına yıkılmış gibiydi. Herkesin nutku tutulmuş, gözler damla damla keder ve hüzün akıtıyordu.
Hz. Ömer
Hz. Ömer, cesaret ve adalet timsâli Hz. Ömer bile kendisini bu dehşetli ânın tesirinden kurtaramadı; hatta herkesten daha çok dehşete kapılarak şöyle bağırdı:
“Resûlullah ölmemiştir ve sağdır! Ona sadece, Hz. Mûsa’ya ârız olan saika gibi bir saika ârız olmuştur. Kim ‘Muhammed öldü’ derse, onu kılıcımla iki parça ederim!”
Hz. Ebu Bekir
Hz. Ebû Bekir o sırada Sünh mahallesindeki evinde bulunuyordu. Yürekleri dağlayan haberi kendisine ulaştırdılar. Gönlünün bir parçasının adeta koptuğunu fark eden Hz. Ebû Bekir, süratle hâne-i saadete geldi.
Dehşet ve hayret içinde, Fahr-i Kâinat’ın mübarek yüzlerini örten örtüyü kaldırdı. Yüzü, tecessüm etmiş bir nur idi. Eğildi, tâzim ve hürmetle pâk ve nurlu alınlarından üç kere öptü. Akan gözyaşları arasında dilinden dökülen kelimeler şunlar oldu:
“Ölümün de hayatın gibi temiz ve lâtif, yâ Resûlallah!” Sonra da Ehl-i Beyt’e teselli verdi.
Hz. Ebû Bekir, hâne-i saadetten çıktıktan sonra Mescid-i Şerif’e vardı. Hz. Ömer’in “Resûlullah vefat etmedi” sözlerini duymuştu. Bunun üzerine şöyle konuştu:
“Kim ki Muhammed’e sav tapıyorsa, bilsin ki Muhammed sav ölmüştür. Kim ki Allah’a ibadet ve kulluk ediyorsa, bilsin ki Allah, Hayy’dır, ölümsüzdür.”
Sonra da Âli İmran Suresi 144. ayet-i kerimeyi okudu:
وَمَا مُحَمَّدٌ إِلاَّ رَسُولٌ قَدْ خَلَتْ مِن قَبْلِهِ الرُّسُلُ أَفَإِن مَّاتَ أَوْ قُتِلَ انقَلَبْتُمْ عَلَى أَعْقَابِكُمْ وَمَن يَنقَلِبْ عَلَىَ عَقِبَيْهِ فَلَن يَضُرَّ اللّهَ شَيْئًا وَسَيَجْزِي اللّهُ الشَّاكِرِينَ ﴿١٤٤﴾
“Muhammed, sadece bir resûldür: Ondan önce de peygamberler gelip geçti. Şimdi o ölür veya öldürülürse, ökçelerinizin üzerinde (eski dininize) gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim böyle ökçeleri üzerinde geriye dönerse, elbette Allah’a hiçbir şekilde zarar veremez. Allah şükrü yerine getiren (muvahhid)lerin mükâfatını verecektir.”
Bu ayet-i kerime, Uhud Muharebesi’nde, “Muhammed öldürüldü!” şâyiası üzerine nâzil olmuştu. Ashap, onu belki yüzlerce, binlerce defa okumuş oldukları halde, o andaki teessür sebebiyle bir anda unutuvermişlerdi sanki!
İşte, yalnız metanetini muhafaza eden Hz. Ebû Bekir bunu unutmamış ve ashaba hatırlatmakla en büyük hizmeti ve vazifeyi ifa etmiş oluyordu.
Bu hitabe ve bu ayet-i kerimeyi hatırlamaları üzerine sahabeler, kendilerine geldiler. Bir anda toparlandılar ve şaşkınlıklarını üzerlerinden attılar.
Metanetini yitirmeyen Hz. Ebû Bekir, bu hitabesiyle, o zamanki İslam cemaatine büyük bir hizmet ifa etmiş oluyordu.
Ashab-ı güzin artık Kâinatın Efendisinin bu dünyadan göçmüş olduğunu anlayıp kabul ettikleri gibi, Hz. Ömer de “Resûlullah ölmemiştir!” sözünü söylemekten vazgeçerek kendine geldi.
Kıymetli Müminler!
Duygular değil vahiy konuşuyordu, akla ve aleme nizam veren Allahın vahyi. O Vahiy ki, insan aklına;
كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ ثُمَّ إِلَيْنَا تُرْجَعُونَ ﴿٥٧﴾
“Her nefis ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz.” Diyerek haddini bildiriyordu.
Yine O Vahiy İman yüklü gönüllere hayatın bir imtihan olduğunu;
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِّنَ الْخَوفْ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِّنَ الأَمَوَالِ وَالأنفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ ﴿١٥٥﴾ الَّذِينَ إِذَا أَصَابَتْهُم مُّصِيبَةٌ قَالُواْ إِنَّا لِلّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعونَ ﴿١٥٦﴾
“(Ey mü’minler! İtaat edeni isyan edenden ayırt etmek için) andolsun ki sizi hem biraz korku ve açlıkla hem de mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. (Ey Resûlüm!) Sabredenlere (lütuf ve ihsanımı) müjdele! Öyle ki onlar, kendilerine bir bela geldiği zaman ancak: “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aitiz ve (sonunda) yine O’na döneceğiz.” derler.” Diyerek hatırlatıyor.
(Çünkü gelen her türlü afet ve musibet, Allah’ın bilgi, irade ve takdiri dâhilindedir. Sabretmek ise, insanın Allah’ın takdirine boyun eğmesi ve günah teşkil eden arzularına engel olmasıdır.)
Hatta Ebu Bekir ra’ın da Ashabı Kirama okuduğu gibi;
إِنَّكَ مَيِّتٌ وَإِنَّهُم مَّيِّتُونَ ﴿٣٠﴾
“(Ey Resûlüm!) Elbette sen de öleceksin, onlar da ölecekler!” Peygamber de olsa her insan muhakkak ölecektir.
Evet; Medine, Medine olalı beri, Kâinatın Efendisinin kendisine teşrifiyle duyduğu sevinç kadar hiçbir sevinç duymamıştı. Şimdi ise, aynı Medine, en büyük hüzün ve keder ânını yaşıyordu; adeta, semâlarını hüzün ve kederden bir kara bulut kaplamıştı.
Hz. Ebû Bekir’in Halife Seçilmesi
Resûl-i Kibriya Efendimizin vefatıyla Medine mâteme bürünmüştü. Gözlerden gözyaşı, gönüllerden tahassür, keder ve elem akıyordu.
Ancak bununla hiçbir iş hallolmazdı. Müslümanların işlerini görecek, İslam’ın hükümlerini tatbik edecek, Resûl-i Ekrem Efendimize halife olacak bir devlet başkanının seçilmesi gerekliydi.
Bunun için derhal teşebbüse geçildi. O sırada, bu yüksek makama herkesten en lâyık ve ehliyetli olan, Sıddık-ı Ekber Hz. Ebû Bekir’di. Zira, ashab-ı kiramın en yüksek tabakası, en evvel Mekke’de iman eden seçkin sahabelerdi. Onların da en efdali Hz. Ebû Bekir idi. Gerçi, Hz. Abbas ve Hz. Ali, akrabalık cihetiyle herkesten ziyade Resûl-i Ekrem Efendimize yakın idiler; fakat Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, yâr-ı gârı olan Hz. Ebû Bekir’i, ashabının hepsinden üstün tutardı. Vefatını netice veren hastalığında da bunu göstermişti. Mescid-i Şerif’e açılan kapıların hepsini kapattırdığı halde Hz. Ebû Bekir’inkini açık bıraktırmıştı. Ebedîyet âlemine göç etmesine üç gün kala imamlık vazifesini yine ona devretmiş, İslam’ın temel şartlarının en mühimi olan namazda onu bütün Müslümanların önüne geçirmişti. Bu sebeple, Hz. Resûlullah’tan sonra halifeliğe en lâyık o idi. Nitekim netice de öyle oldu.
Resûl-i Ekrem Efendimizin ebedîyet âlemine irtihal buyurdukları Pazartesi günü öğleden sonra akşama kadar yapılan uzun konuşma, görüşme ve müzakerelerden sonra, Hz. Ebû Bekir, Hz. Resûlullah’ın halifesi seçildi ve ona bîat edildi.
Hz. Ebû Bekir’e Umumî Bîat
(13 Rebiülevvel, Salı)
Hz. Ebû Bekir, Mescid-i Nebevî’ye geldi, minbere çıkıp oturdu. Henüz konuşmaya başlamadan önce, Hz. Ömer ayağa kalktı; Allah’a hamd ve şükürde bulunduktan sonra, Müslümanlara hitaben, “Allah halifeliği, sizin hayırlınız, Resûlullah’ın (a.s.m.) yâr-ı gârı olan zâta nasip etti. Kalkınız, ona bîat ediniz!” dedi.
Mescid-i Şerif’te bulunan Müslümanlar kalkıp Hz. Ebû Bekir’e umumî bîat yaptılar.
Bîat işi bitince, Hz. Ebû Bekir, Allah’a hamd ve şükrettikten sonra şöyle konuştu:
“Ey insanlar! Sizin en hayırlınız olmadığım halde Ben, üzerinize vâli ve emîr oldum. Eğer iyilik edersem bana yardım ediniz, fenalık yaparsam bana doğru yolu gösteriniz! Doğruluk emanettir, yalancılık hıyanettir. İnşallah, içinizdeki en zayıfınız, kendisinin hakkını alıncaya kadar, yanımda en güçlünüz olacaktır! İnşallah, içinizde en güçlünüz de, üzerine geçirdiği hakkı kendisinden alıncaya kadar benim yanımda en zayıfınız olacaktır!
“Ey insanlar! Allah yolunda cihadı terk etmeyin! Bilin ki cihadı terk eden kavim zelil olur. Ben, Allah ve Resûlüne itaat ettikçe, siz de bana itaat ediniz; ben, Allah ve Resûlüne âsi olursam, sizin de bana itaatiniz lâzım gelmez. Kendim ve sizin için Allah’tan af ve mağrifet dilerim!”
Peygamber Efendimizin Yıkanması ve Kefene Sarılması
Rebiülevvel ayının 12’si Pazartesi günü Müslümanlar öğleden sonra akşama kadar işlerini yürütecek bir halifenin seçimiyle meşgul olduklarından, Peygamber Efendimizin yıkanması, teçhiz ve defni Salı gününe kaldı. O gün, Hz. Ebû Bekir’e Mescid-i Nebevî’de umumî bîat yapıldıktan sonra bu işlere başlandı.
Resûl-i Kibriya Efendimizin hücre-i saadetlerinde yıkama işiyle meşgul olmak için Hz. Ali, Hz. Abbas, Fadl b. Abbas, Kusem b. Abbas, Üsame b. Zeyd ve Peygamberimizin azatlısı Şükran (Sâlih) bulunuyordu.
Bu arada, ensar-ı kiram da, bu ulvî hizmette bulunmak istiyordu. Bu husustaki arzularını izhar ettiler. Onları temsilen de Hz. Ali, Evs b. Havlî’yi içeri aldı.
Yıkama işini Hz. Ali yaptı; zira, Resûl-i Kibriya Efendimiz, sağlığında ona, “Vefat ettiğim zaman, beni sen yıka” diye vasiyet etmişlerdi.
Evs b. Havlî testiyle su taşıyor, Hz. Abbas ile Üsame ve Şükran, Peygamberimizin üzerine su döküyorlardı. Hz. Ali de, eline sarmış olduğu bezle gömlek üzerinden ovuşturarak Peygamberimizi yıkıyordu. Mübarek cesetleri son derece temizdi, mis gibi kokuyordu. Hücre-i saadetin içini, o âna kadar görülmemiş güzel bir koku kaplamıştı. Peygamber Efendimizde, ölülerde görülegelen şeylerden hiçbirinden eser yoktu. Hz. Ali yıkarken, “Anam babam sana feda olsun! Hayatında da, vefatında da temizsin, güzelsin yâ Resûlallah!” diyordu.
Yıkama işi bittikten sonra, Hâtemü’l-Enbiya Efendimiz, yine Hz. Ali, Hz. Abbas, Fadl b. Abbas ve Şükran tarafından kefene sarıldı.
Peygamberimizin sav Cenaze Namazı
Rebiülevvel ayının 13’ü, Salı günü öğleye doğru Resûl-i Kibriya Efendimizin yıkanma ve kefene sarılma işi tamamlandı. Hücre-i saadetinde seririnin üzerine konuldu. Bundan sonra hâne-i saadetlerinin kapısını açtılar. Önce erkekler, sonra kadınlar, daha sonra da çocuklar, Fahr-i Âlem Efendimize karşı bu son vazifelerini huşû ve hüzün içinde ifa ettiler.
Resûl-i Ekrem’in sav Defni
Resûl-i Ekrem’in nereye defnedileceği hususu görüşüldü.
Bir kısmı, Mekke’ye götürülmesini, diğer bir kısmı Medine’de ve Bâkî Kabristanı’na, bazıları ise mescidin içine defnedilmesini teklif etti.
Fakat Hz. Ebû Bekir, “Ben, Resûlullah’tan şu sözü işitmiştim ve hâlâ unutmamışımdır: ‘Cenab-ı Hak, her peygamberin ruhunu, o peygamberin defnolunmak istediği yerde kabzetti.’ Dolayısıyla, Resûlullah’ı istirahat döşeğinin bulunduğu yere defnetmeliyiz!” dedi.
Bu teklif, ashab-ı kiram tarafından da benimsendi. Böylece, Resûl-i Kibriya Efendimizin, Hz. Âişe’nin evinde yattığı döşeğin altının kabir olarak kazılması kararlaştırıldı. Bundan sonra döşek kaldırılarak altı lahd tarzında kazıldı.
Hz. Bilâl’in, Son Ezanı
Resûl-i Kibriya Efendimiz henüz defnedilmemişti. Bu sırada Hz. Bilâl, hüzün ve hasret akıtan yanık sesiyle ezan okudu. “Eşhedü enne Muhammede’r-Resûlullah” dediği zaman, ashab-ı kiram hüngür hüngür ağlamaya başladı; Mescid-i Nebevî, ağlama sesleriyle çalkalandı.
Bu, Hz. Bilâl’in son ezanı oldu. Resûl-i Kibriya Hazretleri defnedildikten sonra artık ezan okumadı. Bir süre sonra da Hz. Ebu Bekirden müsaade alarak Medine’den ayrılıp Şam’a yerleşti.
Peygamberimizin sav Kabre Konması
(14 Rebiulevvel Çarşamba)
Çarşamba gecesinin geç vakitleri idi. Nihayet, gönül ve gözyaşları arasında Server-i Kâinat’ın mübarek na’şını kabrine tevdi ettiler.
Bu büyük, eşsiz ve benzersiz hayatın safhalarını gücümüzün yettiği kadar anlatmaya çalışıp burada bitirirken, duamız da şu:
Allahım! Bizi dünyada Resûlünün sünnetinden ayırma; ahirette ise şefaatinden mahrum kılma!
Âmin... Âmin... Âmin...
FAYDALANILAN KAYNAKLAR
EFENDİMİZİN HAYATI SALİH SURUÇ
EFENDİMİZİN HAYATI SAİD ALPSOY
KURANI KERİM MEALİ, HASAN TAHSİN FEYİZLİ
Yaşar Kapkara
Vezirköprü Cezaevi Vaizi
15,04,2016